15 Aralık 2007 Cumartesi

Taşındım!

Uzun zamandır, yazdıklarımı kendi alanımda sunmak kafamdaydı. Sonunda, Yusuf'un desteği sayesinde, bunu başardım ve WordPress tabanlı yeni blogumu açtım. Eski yazılarımı oraya da aktardım ama buradan da silmeyeceğim. Yeni blogumun adresi:

www.KimseBeniOkumuyor.com

Şimdilik birkaç hatalı bağlantı veya başka aksaklık olabilir. Bir hafta içinde, umarım, her şey yoluna girer. Ayrıca, yeni yazılarımı sadece orada yayınlayacağım. Bilginize.

13 Aralık 2007 Perşembe

Elli Kuruşluk Çekirdek

Redif üstüne redif, yersizce savrulan kelamların bini bir para; söktüğü ilk hârf sanki elif ve işte bir redif daha! "Yaratıcılık" azalmasın diye, cinaslı kafiyelerin sıklığının yarattığı kafa karışıklığına aldırmadan yazılan beyitlere baktıkça, karnım ağrıyor. Yazmayın demiyorum ama yazdıklarınıza şiir de demeyin ulan! Durduk yere fışkırmıyorum, merak etmeyin; şiirin, güfte niteliğini kaybettiği günden beri ahenginin mükemmelliğinin önemini yitirdiğini de biliyorum ama, "modern" olacağız diye, üç heceyle şiir yazanı da hoş göremem elbet.

Hüznünü bile saklayan her yolcu,
İp üstünde cimrilik yapmıştır
Cambaz gibi düşünen amatörleri,
Yol üstündeki hancılar seyreder

Bir insan daha, şiir yazdığını sanmıştır. Zamanla bu yanıltıcı rehber ışık kaybolur, bizimki duvara yapışır. Bu sonda görüntü kötüdür çünkü dikkat eksiktir. Aslında evet, güzellik detaylarda gizlidir. Yazıları sonunda kimsesiz de kalmış ama derdi başka işte... Söyleyecekleri bitmek üzere de olsa susmamayı yeğledi çünkü alçak kalemler, durmazlar öylece. Derdi başka dedim ya... Kendimle çeliştiğim veya boş yazmayı eleştirdiğimi düşünmeyin; ben, yapılanın yanlış isimlendirilmesinden yakınıyorum.

12 Aralık 2007 Çarşamba

"Takmayacaksın, Tak-Açacaksın"*

Uykum açılsın diye kahve içip durmamın, evdeki su stoğumu tehdit etmeye başladığını farketmem moralimi bozamayacak! Uyumamakta ısrar ediyorum bu aralar. "Fight Club" adlı filmi yeni keşfetmiş bir ergen gibi geceleri ayrı bir hayatım olduğunu iddia etmeyeceğim tabii ama, dinlediğim müzikten, olaylara bakış açıma kadar her şey değişiveriyor on ikiden sonra. Saat ikiyi gösterene kadar deli gibi kodlarla boğuşup, harflerden hâlâ sıkılmamış olarak, üstüne bir de yarım saat kitap okuyabilen; sonrasındaysa delirip, "e" harfinin dişi mi yoksa erkek mi olduğunu uzun uzun düşünen ve bu konuda objektif olamayacağına karar verip, bir kahve daha almak üzere mutfağa giden bir adam. Bu saatte nereden su bulabilirim acaba? Kola içmeyi bir anda kestiğimden beri başa çıkamadığım kafein bağımlılığı, hayatı zorlaştıracak noktaya ulaştı galiba. Anlaşılan, Türk Diplomatın Kızının anılarını okumayı bitiremeyeceğim, bu gece de. Müjde Ar'ı ve saçma gazoz kapağı mecazını (şimdi yaptığım gibi) küçük çaplı ve korkak görmenize neden olabilecek kadar göze çarpan, ve detaylarıyla yazılsa, bırakın tek romanı, düzinesinin bile kapsayamayacağı kadar fazla kaçamak hikâyesini (hayat tecrübesini?) toplamış Selin "ablamız". Ülkemizde, biz erkeklerin çapkınlık adı altında rahatça yaptığı ama yapmaya yeltenen kadınların en iyi ihtimalle hafif meşrep olarak küçümsendiği gönül eğlencelerini böylesine cesur anlatmayı nasıl başarmış; hayret ettim. Kitabı satın aldığım D&R mağazasında, kitabın kapağını bile görmeyenlerce yapılan çarpıtılmış dedikodulara maruz kaldığını düşündüğüm kasadaki bayan, kitabı gördükten sonra yüzüme hiç bakmadı; mazur görmek lazım, belki de. Bana bakış açısına katlanmayı da göze alamam gerçi. Nitekim, bu ülkede cinselliğin bir tabu olarak görülmemesini isteyenlere, eğer erkekse "abaza" veya "eşcinsel", kadınsa da "azgın" veya "kaşar" gözüyle bakılıyor ki, öyle olsalar bile bize ne; o da ayrı ve derin bir konu. Bu konuda söyleyecek çok sözü olanlara susmayı öğrettiler ve çoğunluk kaldıkları sürece kendilerini güvende hissedecekler. Bu noktada, "hangi çoğunluk" demek gerekiyor tabii. Ordusunun yarısı karşı tarafa geçen Osmanlı komutanı gibi kalmaya mahkumlar bence. Susup, bildiğimizi ve düşündüğümüzü söylememeyi bir bok sanıyoruz ya; bu salak içgüdünün yarattığı iletişim eksikliğiyle herhangi bir çoğunluktan bahsetmek, kökten yanlış. Gümüş sözlerin diyarında, sükûtun vaadlerine kanıp, altın arıyor millet.

*Grup Vitamin'den alıntı

27 Kasım 2007 Salı

Sahte Katil Planları

Kendime zaman yaratmak işinde harikalar yarattığım şu dönemde, keyfimi kaçıran detaylar daha da bir göze batar oldu, büyük sorunların yokluğunda. Okulda üst katlara asansör kullanmadan çıkmayı imkânsız hâle getirmek üzere merdivenlere baraj kuran geri zekâlı üniversite tayfasını öldürmek için de zaman yaratabilirim mesela. Bu kadar sinirlenecek bir şey yok demeyin; son bozuk paranızla aldığınız kahvenin, bu bariyer-insan kırmalarının arasından slalom yaparak geçerken döküldüğünü ve hatta ileri seviyede kafein bağımlısı olduğunuzu bir düşünün. O an içimden plansızca saldırmak geldiyse de, üniversite hayatımın kalan son döneminde “kahvesini dökene kafa atan çocuk” veya kısacası “ruh hastası” olarak anılmak istemediğimden olacak, kendimi tuttum. Salaklıklar çeşit çeşittir ve maruz kalmadıkça derecelendirmek zordur işte. Zaten, bu nefret fışkırmasının tek kaynağının “merdivene kamp kurmuş üç beyin hücreli yaşam formları” olmadığını da belirtmeme gerek yok herhalde? Ancak, daha fazla ayrıntıya girmeyip, daha ne saçma şeylere sinirlenebileceğimi siz okurlarımın tahminine bırakıyorum (hemen de sahiplendim ve okurum oluverdiniz bu arada). Hayatı basit bir havuz problemi gibi gördüğüm ve bazılarını dört işlem yapmaktan aciz bulduğum oluyor işte böyle zaman zaman. Boşvermişlik felsefemle tamamen zıt olan bu düşüncelerin beynimi kemirmeye başlamasıyla, bütün dünyayı yıkasım geliyor. Aykırı düşünceleri “tasvip etmeyen” ve ağırbaşlılığı olgunluk sanan, hatta odunluğu onaylayanlarla sık sık karşılaşmanın yan etkileri bunlar. Aykırı olmayı sonuna kadar desteklediğimi söyleyemem tabii, belki de ben de bazen odunlaşabiliyorum. En azından bunu ifade edebiliyorum. Bir teselli? Bir sayrı? Bir bilsem...

17 Kasım 2007 Cumartesi

Bazı Kimseler, Her Kimseler...

Zaman zaman insanlar sinirlenir ve o sinirle ne yaptıklarını bilemezler. Benim içinse bu durum biraz farklı gelişiyor; yaptıklarımı kontrol edebilsem de, yazdıklarım hep istisna kalıyor. Tabii bu, çizdiklerime de yansıyor. Soldaki karalamanın ve üstüne tıklandığında gelen devamının, kendimi değil de, etrafımda olan biteni (çarpıtıp kurgu katarak) ifade etmesi böyle açıklanabilir ancak. Beni tanımayan biri o karalamayı gördüğünde bunalıma girdiğimi düşünebilirdi veya böyle zamanlardan birinde not defterine saçtığım siniri herkesle paylaştığımda, aslında ne kadar kaçınılması gereken (!) birisi olduğumu keşfettiğini sanabilirdi. Yine de tutamayacağım kendimi:

"Hayatının sadece bir gününde bile ne hâyâl kırıklıkları yaşarsın. Belki de hepsini haykırıp, bir anda içinden atmak istersin ama yan yana dizemezsin. Kendini doğru ifade etmenin sadece doğru kelimeleri seçmek değil, onları söyleyecek cesaretinin olmasını da gerektirdiğini bir gün anlayacaksın nasılsa. Yapmacıklık öyle bir çarpacak ki yüzüne, belki de insan ilişkilerinden tiksineceksin ve haykırma isteğini iliklerinde hissedeceksin. Laf olsun diye ağzından çıkıverenleri gerçek olabilme ihtimâllerine bakmadan ciddiye alan özgüven yoksunları, en çok ihtiyacın olduğu anda kaçacak yer arayan tarla fareleri, sırf olup bitenlere anlam verememen için yaratılan ironik kurgu, zekâ pırıltısından yoksun yalanlarına aldanmış gibi yapmak zorunda kaldığın kırılgan ama gururlu serçe kuşları, söylediğin yalanlara inanmışçasına gülümseyebilen binbir suratlar, gerçeklerden kaçarken rüyalarda yaşamaya başlayan sanal kahramanlar, senin etrafında dönmeyi başardığı kısa zamanın tadına varmayı bir türlü beceremese de mutlu gözüken geoid...

Napoleon’un da dediği gibi, düşmanların hata yaparken, onları rahat bırakmalısın; peki ya dostların? Dostun olduğunu sandıkların ve hatta sevmeye çalışıp, onlarca da sevildiğine ikna oldukların? Yaptıkları bütün yanlışları birer birer yüzlerine vurabilirdin ama yapmadın. Onlar etrafındakileri aptal yerine koymanın verdiği özgüvenin tadını çıkarırken, bu içi boş getiri adına farkında olmadan kendileri aptal konumuna düştüler ama sen, sana yaptıklarından ve hatta seni hafife almalarından dolayı yüzünde oluşan hafif kırgınlığa bile bir bahane uydurmak için bin dereden su getirdin. Yoksa, onlara doğruyu göstermek yerine, aynı hatayı tekrar etmekle mi yetindin? Sonsuz döngü diye buna derim ben. İnsanlar, neden ne kadar zeki olduklarının altını çizmekten çekinirler sanarsınız? Mütevazı olduklarından değil, emin olun. Etraflarında olup bitenlerden habersiz gözükerek, onları aptal yerine koymaya çalışanları aldattıklarını sandıkları ve bu oyunu bozmak istemedikleri için. Ben de oyunun içinde yer alarak hata yaptım ve ne yazık ki yaptığımın da farkındaydım; belki de herkes farkında. Aslında, beni tanıyanların önemli bir kısmının bunları okurken tedirgin olacak olmasının gerekçesi de, bu oyunun kusursuz işleyişinden başka bir şey değil. Peki, ne oldu da ben oyunbozanlığa başladım? Bir serçe, acemi şansının yardımıyla beni yendi ve ben, bunu kendime yediremiyorum (...)".

Benim gibi her şeyi boşveren birinin düşünceleri gibi gözükmüyor olsalar da, zaman zaman ikinci bir kişiliğin yönetimi ele geçirdiği aşikâr. Bütün olaylara bakış açımın da bir öncesi ve sonrasının hep olması bu yüzden herhâlde. Gerçi son zamanlarda olmuyor hiç. Herhangi bir arayış içerisinde olmamam (mutlu haberleri böyle köşerlerde vermek de bana göre zaten) veya daha kolay mutlu olabilmeye başlamam da etkili olabilir bunda. Bilmiyorum.

Üç Yüz Altmış Bir Numaralı Ruh Hâli

İnsanların neden canı sıkılır? Günlük salgılamamız gereken asgari bir adrenalin miktarı ya da konuşmamız gereken belli bir süre mi vardır? Edinilebilecek uğraşlar neredeyse sınırsızken, ders çalışmak mümkün müdür? Ders çalışmak neden bu kadar zordur? Yarın ekonometri sınavı var ve şu an ızgarada yatan tedirgin bir sazan gibiyim. Sabahtan beri, yapmam gerekmeyen ve hatta yapmamam gereken sayısız işe zaman yatırıp, yarın kopacak kıyametin alametlerini her dakika daha iyi kavrarken, hocalar ve asistanlar sanki roka, peynir ve rakıları hazırlıyorlar. Ben bu kadar sapık kâbuslar görürken, üstüne bir de gökyüzünün yeryüzümü ışıkla buluşturmamaktaki kararlığı ekleniyor; odamın garip manzarası sebebiyle, kalın perdesi üzerinden hiç eksik olmayan penceremin durumu bana her zamankinden daha fazla acı veriyor şimdi. Çalışırsam başarabileceğime olan inancımın tek olumsuz yanı, yani bu gidişle çalışamayacağımın bilinciyle birleştiğinde yarattığı bunalım, daha da hissedilir oldu. Ders çalışmak için birisinin katalizörlüğü üstlenmesi lazım. Telefonum çaldı az önce ve başka bir şey dilemediğime üzüldüm. Neyse ki sonunda ders çalışabileceğim, sanırım. Gerçi toplu yapılan her iş ve eylemi, eğlence olarak tanımlayan hastalardansanız derdimi size anlatamam. Neyse.

19 Eylül 2007 Çarşamba

Yazı Yazmayı Çok Küçükken Öğrendim

Merhaba;

Ben sıradan bir insanım. Sıradanlığı sıradışı yapmaya çalışanlarla mücadele edecek kadar sıradanım. Mücadele etme şeklim de sıradandır benim; onların tanımladığı “sıradışı sıradanlığa” sığan laf oyunları yerine, kafalarına taş atmayı yeğlerim. Kelimelerle saldırdığım olsa da bazen, lafı ne yapar eder kaba kuvvete getiririm. Romantik de değilim ben. Sıradan insan romantik olmaz. “Ben senin benim seni sevdiğimi bildiğini biliyorum” bakışından başka bir şey bilmem. Oyunuma gelenle evlenir; hayatının kalanında ona baktığım nadir anlarda da bir şey yüklemem bakışlarıma. Boş bakmayı severim. Boş bir adamım ben aslında. Boşlukları doldurmaya çalışanlara silah doğrultacak kadar boşum. Boş yere öyle hırslanırım ki “o adam nereye ateş ediyordu” diye sayıklarsınız boş anlarınızda. İçimi boşaltmak için yazı yazdığım zamanlar olsa da, yazdıklarıma anlam yüklemem. Saçmalarım. Saçma bir hayatım var aslında. Pompalı tüfekten çıkan sayısız saçma gibi her bir tarafa saçılmış, sayısız hobim var. Hiçbirini tam yapamıyorum ve başarısız olduğum anda da saçmalığa sığınıyorum. Sığınmayı seviyorum. Lider olmak yerine sıradan bir grup üyesi olmak ve sadece verilen göreve (hani şu katma değeri düşük olanlardan) odaklanmak çok basit. Basit güzeldir. Ben güzel olan her şeyi severim. Çiçekleri severim, sıradan kar tanelerini severim, çimlere boş boş bakmayı ve hâttâ güzel kadınları severim. Bir süre sevsem de çabuk bıkarım çünkü mânâlar yüklenir boş ve sıradan sevgime. Her şeye bir anlam yüklemeyi sevmem. Şair zırvasıdır bunlar. Şairler sıradan veya boş değildir. Şairler güzel de değildir. Güzel şairler vardır elbet ama ben istisnaları da sevmem. İstisnalar sıradan değildir; onları görmezden gelirim. Görmezden gelerek, her sorunun üstesinden gelirim. Genelde işe yarar. İşe yaramazsa, bu durumun bir istisna olduğunu söyler ve yine görmezden gelirim. Sanırım yine sonsuz döngüye girdim. Sonsuz döngülerden nefret ederim.

Elbette ki ben bu değilim ama dediğim gibi: Kelime oyunlarını değil, taş atmayı severim. Yine kendimle çeliştim.

9 Eylül 2007 Pazar

Yaz Akşamı Parodisi

En iyi oynadığın oyunu, hatta kendini bile kaybetmişsin ve aramaya nereden başlayacağını bilmiyorsun. Benim için boş bir sokak düşleyin; bir futbol topu, onunla oynayan çocuklar, topun kırabileceği bir pencere, evden çocukların üstüne terlik fırlatacak sinirli bir ihtiyar, yan komşu, onun kızı, apartmanlar, çöp tenekeleri veya sokak kedileri bile olmasın, ama yine de sokak olsun orası. Şimdi bunu bir insana uyarlayın; gerisini ben getiremeyeceğim.

İpi kopunca elinde kalakalmış bir tasma sapı gibi taşıdığın, beyninden sarkan yarım kalmış duygular birer ipucu mudur acaba? Araştırmaya değer bulup da kurcalayınca birini, bulunduğum yer bana acı vermekten öteye gidemedi. Anladım ki, basit bir duygusal kaşıntı değildi bu. Loş köşe başlarında, yüksek bahşiş hedefine ulaşmak için her an atılmaya hazır garsonların bekleştiği ama dandik otuz yedi ekran televizyondan seyredilen maçlarda konuk takıma avaz avaz küfredilebildiği, en az benim kadar kimliği kayıp ve garip bir mekândaydım. Yarım kalmış duygularımdan oraya giderken seçtiğimin temelindeki anım canlanıverdi aklımda:O gidecekti ve bir daha göremeyecektik birbirimizi ama ben o köşebaşlarından birine kurulmuş maç seyretmeyi yeğliyordum. O sırada gözlerime bakan, düşünceli olduğumu söylerdi. Aslında ne düşünebiliyor, ne de maçı seyredebiliyordum. Skoru sorsan düşünür, ne düşündüğümü sorsan geçiştirmek uğruna belki de skoru söyleyiverirdim.

Belki de bu, beynimin bir kısmının tekrar çalışmak için bir uyarıcıya muhtaç kaldığı, kurtulması kolay bir bunalımdı. Elimin ufak bir hareketiyle yanımda biten garsondan yine de sadece soğuk su istedim. Soğuk suyun mideme akmasıyla beynime süzülen yaşama hissinin beni canlandırıverdiği zamanda boş kalan gözlerim, asi bir tavırla etrafı süzdü durdu. Böyle denemelerle, yarım kalmış herhangi bir şeyi tamamlayamayacaktım; hayır.

Her Yiğidin Farklı Bir Vurgun Yiyişi Vardır

Salyangozları kedi mamasıyla besleyip fotoğrafladığım dakikaları bile eğlenceli sayabileceğim kadar sıkıcı geçmekte olan yazın sonlarına yaklaşırken, ilginç hobiler edinmesiyle ünlü bir arkadaşım olan Ali'nin dalış kursuna gideceğini öğrendiğimde, beni saatte on binde beş yüz on sekiz kilometre (~52m/saat)(evet, hesapladım) hızla hareket eden yaşamdan kurtaracak fırsat elime geçmişti. Bahçeye biraz tuz döküp kanıtları yok etmekle işe başladım! (tabii ki ciddi değilim) Her ne kadar Ali, Turkuaz'da çoktan karar kılmış olsa da, ben ancak biraz araştırıp kendi vicdanımı rahatlattıktan ve üstüne bir de eğitimdeki havuz dalışlarının Korukent'te (evimin dibi; kapıdan 38 adım) yapılacağını öğrendikten sonra, aynı balıkadam kursunda karar kılabildim. Hedef, PADI Adv.O.W. alıp Sharm-el-sheikh'in altını üstüne getirmekti (sportif dalışta yüzeye bir şey çıkarmak yasak ama mayomun gizli cebi var ve evet ben yine ciddiyetsizleştim). Hemen kayıtlar yapıldı ve haftasonu heyecanla beklenilmeye başlandı.

İlk günkü teorik derslere giderken pek bir hevesliydim ve eğitmeni pür dikkat dinleyebileceğimi sanıyordum. Elimize tutuşturdukları, sanki suyun ne olduğunu bile bilmeyenler için hazırlanmış gibi duran PADI O.W. kitabını bile büyük bir sabırla okumaya koyuldum. İlk sunum yapılırken yani bize durum komedisi yaratacak kadar basit şeyler anlatılırken bile ilgim azalmadı... Ama ikinci sunum öncesinde, anlatırken benim bildiğim sıfatların yetersiz kalacağı kadar değişik bir kızın sınıfa girmesiyle her şey değişti. Sürekli oynayan ve etrafındaki her cisme soracak bir sorusu varmış gibi bakan bir çift gözün önünü hafifçe kapatan yıpranmış saçları kızıldı ve sıradan birinde görsem tüylerimi diken diken edecek ince kırık tırnaklar geziniyordu, uçları kırık saç tellerinde. Gereksiz bir detay gibi gözükebilir ama onun yüzünden (sayesinde?) teorik ders de yalan oldu çünkü hayatımda ilk defa gördüğüm herhangi bir şeye baktığımda kullandığım bakışlarımla onu inceliyordum. Bu dikkat kaybına da "homo saphien neureticus oversigticus" adını verdim. Esentepe'deki Değirmen pastanesinin üst katına gün boyunca tıkılı kaldık ve ben su derinleştikçe artan basıncın etkileri dışında hiçbir şey dinlemedim.

Korukent'in havuzundaki geyik eğitim de bitince, tamamlamamız gereken dört deniz dalışı vardı ama yakın zamanda gidebileceğimiz bir tur yoktu çünkü 30 Ağustos haftası için ben Rock'n Coke biletimi almıştım, Ali de Ajda Pekkan'ın konserini iple çekiyordu. Bizim gibi dengesizlerin bütün programlarını iptal edip de 29 Ağustos gecesi Ayvalık'a hareket edeceklere katılmaya karar vermesi için 28 Ağustos'u ertesi güne bağlayan gecede yapılan birkaç telefon görüşmesi yetti. Yetti yetmesine de, turda yer de yoktu. Gecenin ilk yarısı ve ertesi günün ilk on saatinde otobüs bileti aradık durduk ama dönüş biletini ayarlayamadık. Bunun üzerine, "aman canım ne de olsa oradan cumartesi gecesine Ayvalık'tan dönüş bileti bulup rockn coke'a bile yetişiriz" düşüncesine kapıldık ve sadece gidiş bileti alındı. On ikiye yirmi kala Esentepe'den kalkması gereken otobüs, bizi birkaç Rus işkadını (!) ve Türk işadamlarından oluşan kalabalık bir grubun arasında (nereden gelip nereye gittiklerini çözemedim) uzunca bekletip, geceyarısı olduğunda ancak köprüye yöneldi. Otobüse binerken bavulları teslim alan muavin ve onun başında dikilip sürekli nasihat veren şoförün atışmaları eşliğinde bindiğimiz otobüs, saat bire doğru ancak Küçükyalı'dan hareket edebilmişti yani artık Ayvalık'taki gruba katılmak üzere yola çıkmıştık. Çıkmıştık çıkmasına ama gideceğimiz otelin bırakın yerini, adını bile tam bilmiyorduk ve bunu, katil tipli muavinin ineceğimiz yeri sormasıyla farkettik. Bu küçük detayı atladığımız ortaya çıkınca bir panik anı yaşandı ama yapılabilecek tek şey, ilk durakta rehberi arayıp bilgi almaktı. Otobüs Susurluk'ta durunca şöyle bir diyalog yaşandı:

Ege - hadi olm arasana rehberi
Ali - e iyi de bende telefon numarası yok
E - iyiymiş...
A - turkuaz da kapalıdır bu saatte... ne yapsak?
E - kahve içelim bak şurda starbucks var
A - peki...
E - lan bak burda "susurlukta ayran içilir, tost yenir" yazıyo!
A - uyalım derim
E - çok kendinden emin yazmış hakkaten
A - evet...
E - 2 ayran 2 kaşarlı lütfen

Durumun vehametini Ayvalık sapağından itibaren "nerde inceksiniz?! nerde, nerde, nerede? hı?" şeklinde yetmiş beş kere soran muavinin telaşından anladık. Biz, nasıl bir rahatlıktır bilemiyorum ama, sakince etrafa bakınıp, nerede olduğumuzu kavramaya çalışıyorduk. Ayvalık otobüs garını görünce, herhalde burasıdır diye, bir inip sormaya karar verdik:

Ege- kardeş burada çamlık otel mi ne varmış bilir misin?
Taksici - çam oteli mi diyosun?
E - galiba
T - ??!
E - evet evet, çam otel
T - burdan bir buçuk kilometre var en fazla
E - Ali gel abi iniyoruz

Sonunda otele varmıştık! Yani, en azından öyle umuyorduk. Otelin kapısından gayet kendimizden emin girerken, beni bir telaş kapladı:

E - olm sen eminsin dimi ayırtmışlardır yer bize
A - tabi ya ben konuştum yani kesin demedim ama biliyorlar
E - ne demek kesin değil ya kesin şimdi kaldık böyle
A - bıdıbıdı
E - bidibidi...

Karşılıklı bidibıdı devam ederken resepsiyona yaklaştık:

A - Ali Malkoçoğlu ve Ege Özcan'a yer ayrıltılmış olacaktı
Görevli - a evet, ayrıca sizi rehber bekliyor, yaklaşık... (saatine bakar) beş dakika içinde burada olmanız gerekiyor

Koşarak odaya çıkıp bizim mayoları ve havluları sırt çantama doldurduğumuz gibi aşağıya indik ve ilk dalış için tekneye gimek üzere yola koyulduk. Ayvalık muhteşem bir yer. Serviste geçen dakikalarda emekliliğimi hangi evde geçirsem diye henüz yirmi birimde plan yaparken buldum kendimi. Suyun altı ise daha da muhteşem. Mercanlar bizim indiğimiz derinliklerde çok fazla değildi (limitimiz on sekiz metre idi) ama görülecek sayısız deniz canlısı, özellikle de ahtapotlar vardı. Denizin dibinden çıkıp, scubayı çıkardığımız gibi kendimizi tekrar denize atıp yüzdük durduk.

Her gecenin birbirinden değişik ve güzel lokantalarda geçtiği (o girit lokantasını unutamayacağım), ekibin "tat insanları" (obez) ile dolu olduğu, kişibaşı kırk (toplamda 400) midye yedikten sonra bir de Ayvalık tostu yenebilen (Ayvalık'ta tost yenir... ama ne içilir bilemedik), teknede dağıtılan yemeğin hiçbir zaman artmadığı ve üst katındaki masada birçok şekerleme ve böreğin her zaman hazır bulunduğu böyle bol kalorili bir tatildi ayrıca.

Sıradaki hedef sharm!

(Ayrıca dönüş bileti bulamadık ve ben rockncoke'a yetişemedim)
(Belki de iyi oldu?)

17 Ağustos 2007 Cuma

Kertenkele

Siz de kertenkelelerin derilerinin parlaklığı yüzünden, gayet kuru olan ciltlerini ıslak zannedenlerden misiniz? Islak veya değil, çok hızlı hayvanlardır bu kertenkeleler. Öyle ki, başka bir savunma mekanizmaları yoktur. Oradan, "eh, kuyrukları kopuyor, kandırıyor düşmanları" diye ukalalık yapmaya çalışacaklar olacaktır ama bana bunlarla gelmeyin lütfen; bu devirde, kopan kuyruk numarasını kim yer ki? Gerçi kopan kuyruğun kendisini yiyenler vardır elbet. Zaten önüne gelen yemeğin kıymetini bilmezsen, hayatın boyunca aç kalırsın diye boşuna dememişler. O eski kıymet bilinci kalmadı artık. Aynı kıyafetle iki kere görününce ayıp mı oluyor nedir, herkes deli gibi saldırıyor tekstile. "Ye kürküm ye" demenin de mânâsı kalmadı yani bilin ki o kürk, ilk ve son gününü yaşıyor. Kişiliğimizi ceket yapıp giymişken, her tür absürdlük hoş gözükebiliyor. Birisi kertenkele derisi ayakkabılarla dolaşsa, ayıplanmak yerine daha da dikkat çekmez miydi sizce de?

15 Ağustos 2007 Çarşamba

Olmaması Gereken Şeyler Oluyor

Oğlunu bulana yüz bin lira vereceklerin ilanlarının yirmi beş sene sonra yeniden anlamlı kılındığı; muhteviyatında insandan çok silikon bulunup, bir de melodik ses çıkarabilenlerin şarkıcı; o sesi birkaç sene çıkarabilenlerin de sanatçı olduğu; ilişki kelimesinin ilk anlamının cinselliğe, ikinci anlamının da çıkara dayandığı; acıyıp da bozuk paralarınızı paylaşacak olduğunuz veletin, daha fazlası için boğazınıza bıçağı dayadığı ve az düşünenin çok kazandığı garip bir ülkede yaşıyoruz. Daha sağlam kazıklanınca ayrıcalıklı, paramızın karşılığını almaya çalışınca ikinci sınıf vatandaş oluyoruz. Nasıl bir düzen (!) kurduk biz böyle? Düzen? Galiba... İşin kötü yanı, bu kargaşanın içinde bir şekilde mutlu kalabilmemiz. Pisliği temizlemek yerine, pislikte yaşamayı öğreniyoruz. Ben de öğreniyorum. Mutlu muyum? Mutluyum. Hayır, mutsuzum. Çalkalanıyorum muntazaman.

13 Ağustos 2007 Pazartesi

Sen De Uçtun Be, Penguen Abi!

Bir durumun her insan tarafından farklı yorumlanabildiği, "cumaya gittim gelicem" cümlesinin müslüman bir esnafın kapısında çok masum durup, robinson'un adasında eşcinsel ilişkiyi simgeleyebildiği bir dünyada yaşadığımız hâlde, bütün hareketlerimizi kendi algımızla temellendirebilen garip yaratıklarız biz. Çok iyi geçinen insanların, bakış açısı yüzünden ters düşüp, ortak bir bırakış açıklamasıyla birbirlerine sırtlarını dönmesi, sık görülür oldu son zamanlarda. Yorum farkı; çeşitliliktir, düşünmeye yöneltir ve hoşgörüyle beraber kullanıldığında harikalar yaratır. Karşıdan karşıya geçerken önce sola bakmayı ve konuşmadan önce söz almayı unuttuğumuz gibi, belki de daha da hızlı bir şekilde, bizi dünyada farklı kılan o eşsiz hoşgörümüzün bize kattıklarını da unutuyoruz. Üzücü... Başka ne söylenebilir ki?

24 Temmuz 2007 Salı

İlişkişiliksizler ve Türkiye'nin İlişkisizlik Problemi

Harf oyunlu cin başlıktan anlarsınız herhalde; dertliyim bu aralar. Kafamın içinde sevişmesi gereken sinirler tepişir vaziyette. Çok bilimselim canım; zaten katı mantıktan başka ne kurtarır, boğmuşken beni duygu selim. Mantık da sadece yaşamamı sağlıyor aslında; ne hareketli ne de başka bir şekilde işlevselim. Küçük hesapları için, bol keseden diğerlerinin dayanma güçlerini harcayanlarla muhatap olmanın götürülerini keşfediyorum ve sinirlerim sonuna kadar zorlanıyor. İçinde "zorlanmak" geçen her eylemin insanı geliştirici bir etkisi olacağına inanan salaklardansanız, ne demek istediğimi anlayamazsınız ve zaten benim naçizane derdim de sizin kıt algınız. Algısızsınız ve bununla yaşamaya, sadece tüketip zarar vererek de olsa, alışmışsınız. Empati kelimesini sadece kedinizin mama isterken yaptığı yavşaklığı bir başka duruma örnekleyerek açıklarsınız. Eğer bütün insanlar sizin düz mantığınız ve hırsınızla donanmış olsalardı, sömürecek duygu bulamayacağınızdan, varoluşunuzun çürük temellerini belki de kavrardınız. Acı çekişinizi zevkle izleyeceğim kuzum (izlemeye başladım bile...=) )



22 Haziran 2007 Cuma

İnat Kediyi Övdürdü

Dışarıdaki çimenlere bakıp, her birinin üzerine düşen bir parça güneş ışığı ve birkaç damla suyla nasıl hayatta kaldığını merak edip, buna kendimce açıklamalar bulduğum o boş zamanlarımdan birindeyim. Küçük beyinlerini, o minik sinir yığınının zar zor kaldırabileceği lüzumsuz görevlerle doldurup, bir de üstüne adam akıllı bir iş yapıyormuşçasına "çok meşgulüm; hiç bir işe yetişemiyorum" diye dırdır edenlerin hiçbirinin dünya için gereksiz olduklarını yaptıkları bu mastürbasyonla saklamaya çalışan bir avuç acınası kenar süsü olmaktan öteye gidemediğini bildiğimden; boş işlerle uğraştığımın altını çizmekten hiç çekinmemişimdir. Hayatın zaten anlamsız olan boşluklarına bir de acı ekleyen her duygudan uzak; sadece çimenler ve ben. Saçlarım da uymuş onlara, rüzgârda aynı ritmi tutturmuş, sallanıyorlar işte. Telefon denilen ve artık bir tek totosundan duman çıkarma kabiliyeti eksik kalan garip şey kapalı, televizyonsa sesi kısılmış olarak, oturma odasındaki hayaletlere hitab ediyor. Biraz hareket olsun diye kapatamıyorum aptal kutusunu bir türlü... Yoksa siz, sadece ses olsun diye açık bırakanlardan mısınız? Ben de öyle olsaydım bile sesten yana bu kadın programları kuşağında pek şansım olacağını sanmıyorum.

Demirciköy'de hava yirmi santigrat derece. Şu son söylediğim cümlenin de kalıbına sinir oluyorum: Neden derece önce söylenmez ki? Her neyse... Bunun üzerinde uzun uzadıya düşünüp bir sonuca varamadığım bir boş zamanımı hatırlayıverdim. Bir daha iştigaline lüzum yok kuzum. O değil de, aşk her şeyi affeder mi? Nereden mi çıktı? Çok açık: Aldatan bir eşin tipik hareketlerini görüyorum karşı komşumuzda. Nedense taktım kafaya. Arabayla iki kişi gelip garajda indirmeler, eşi tatildeyken eve uğramamalar, hizmetçiyle samimi pozlar falan... Bana ne canım. Kafamı çevirip yine çimenlere dalayım. Bak; bir kaldırdım kafayı, hemen tiksiniverdim hayattan yine! Çimen... Çimen... Hava yirmi dereceyken, çimenler daha bir yeşil oluyorlar. Yazın kuruluğu bastırınca pek havaları kalmıyor; soluveriyor klorofilleri. Kahretsin ya, bu adam yine dikkatimi çekmeyi başardı. Hayır, erkeklere ilgi duymaya falan başlamadım; hareketleri bir görseniz, ne demek istediğimi anlardınız. Adam yazın sıcağında, yanındaki hanımın başına güneş geçmesin diye olacak, şemsiye açtı! Öyle güneş şemsiyesi falan da değil; bildiğin, açılınca "fşırdak" sesi çıkartan yağmur şemsiyesi. Seslice öksürüverdim, adımlarını hızlandırdı. Salak gibi uğraşıyorum işte. Köy kahvesinde en ayakaltı masaya oturmuş, ona buna laf atan köy delisinden farksızım. Çok rahatsız oldum bu düşünceyle.

Bizim sitenin yavşak kedisi geldi yemek dilenmeye başladı. Yavşak dediğime bakmayın, pek bir sosyetiktir kendisi. Gerçi yavşak olmayan sosyete mi kaldı... Ne dedim lan ben?! "Nerde o eski sosyete" deseydim bir de, tam olacaktı. Saçmalıyorum muntazaman. Neyse işte, diyeceğim, yemek seçer bu kedi. Viskısı koymadın mı önüne, burun kıvırıverir. Ciğer bile yemez bu mutant. Viskıs da viskıs (haa, evet, whiskas... kapa çeneni). Ne koyuyorlarsa içine bu meredin. Mahallede becermedik dişi kedi de bırakmadı, 100 çocuğu var. Viagra gibi bir etkisi olmasından kıllanıyorum.

O kadar boş kalmışım ki, facebook'ta bile mesaj atmadık kimse kalmamış. O telefon işlevini sekseninci sırada bırakmış meredi kapayabildiğim kadar kolay bırakamıyorum bunu. Neden, bilmiyorum. Tanımadığım veya az samimi olduğum insanlarla muhabbet etmeye bayılıyorum ya, ondan herhalde. Bir kırk kişiye daha mesaj attım yaklaşık, onundan da cevap gelmiş:


Fena değil... Onlara cevap yazarken zaten zaman akıverir. Bir saat sonra da evden çıkarım herhalde, Çamyuva'ya gitmek üzere. Sekiz gün sonra bitecek bir rüyaya dalıveriyoruz.

20 Haziran 2007 Çarşamba

Arada Uykumu Bile Aldım

Sınavlar biteli oldu bayağı; notlar bile açıklandı. Sınavına son anda girdiğim Game Theory dışında hepsi A'dan B eksiye kadar bi aralıkta toplanmış durumda... daha ne isteyebilirim ki? Aslında pek çok şey isteyebilirim ama sanırım şimdilik sadece bir şey daha istemekle yetineceğim: Yeni bir bilgisayar almak için yeterli parayı çabucak toplamak! Başardığımda, dünyada benden mutlu sadece bir insan kalacak (Bakınız, hâlâ pay bırakıyorum). Bu arada şehirdeki hava sıcaklığı otuzun üzerindedir herhalde, çünkü serinliğiyle ünlü köyümüzde bile klima çeyrek gün mesai yapmak zorunda kalıyor. Yazı yazma hevesim de sıcakta erimeden devam edeyim.

Geçen Cumartesi kim geldi bilin bakalım? Odtü'lü eski inek, yeni tembel öğrencimiz Hakan, biz ona gitmeyince, İstanbul'a gelivermiş. Aynı günün akşamüstü için Gülşah'a söz vermiştim ama sabahım boştu ve eski bir dost ile Tophane'de nargile içmek için her zaman vakit vardır. Önce Beşiktaş'ta buluşup, Şampiyon'a attık kendimizi. Ben deli gibi yersek gelecek hesabın ne kadar olabileceğini düşünedurayım, Hakan yarım ekmeği bile bitiremeyerek beni dumur etti. Günde dört ekmek yeme potansiyeli olan adam nasıl olur da o ekmek parçasını midesine kabul edemezdi? Bu ilginç durumu diğerlerine anlatmak için sabırsızlandım durdum. Biraz oyalandıktan sonra Tophane'ye yollandık ve günün büyük bir kısmını tavla oynayarak geçirdik. Tavlada yenildim ama intikamım acı olacaktı. Yüzlerce defa sallanan zarlar ve içilen çaylardan sonra Taksim'e yalnız yollandım. Arada hakan Adeks'e takılsa da sonradan Gülşahla bana katıldı ve beraber yemek yedik. Hakanla yine yalnız kalınca tam eve yollanıyorduk ki, Taksim meydanının ortasında kurulmuş mini golf platformuna takılıverdik. Aslında benim küçük çocuk ısrarıyla Hakan'ı ikna ettiğim de bir gerçek. Onun takılacağı yoktu yani... Zorlu sahalarda (!) yaşanan büyük çekişmenin ardından parkurları bir eksik vuruşla tamamlayan bendeniz, bu büyük galibiyetin coşkusu ve tavlada yenilmiş olmanın ezikliğiyle, golf sopasını Hakan'ın kol altına sıkıştırdım.

Ertesi gün Eray'ı da yanımıza alıp, Taytay'ı gurbete gitmeden önce son bir defa görüp, Evren'in yanına İzmit'e yollandık. Orada yaptıklarımızın bir özetini çıkarmaya çalışsam, boşa çaba olacağından; birer şişe votka ve rakıyla arkadaşlarının evine giden bir grup genç olduğumuzu not etmekle yetiniyorum.

Eve geri döndüm ve şimdi de tatil hazırlıklarının bitimiyle yola çıkmak arasındaki iğrenç boş zamanı yaşıyorum. Belki de yazı yazarak bu boşluğu doldurmak en iyisi oluyor. En azından, yazın ne yaptığımı soranlara verecek uzun bir cevabım hazır oluyor. Çamyuva'da geçecek bir haftanın sonunda da bir iki rotaract hadisesi dışında beni monoton bir çalışma hayatı bekliyor. Hiç bitmese şu bir hafta bari... Eğer bilgisayar almayı başarırsam, muhtemelen biraz da olsa neşelenirim ama düşündükçe de sıkılıyorum şu üç ayı.

7 Haziran 2007 Perşembe

Ne Yaptığımın Farkında Değilim Sanırım (!)

Haziran'ın ilk gününden bu yana neler olup bittiğini kendim bile çözememişken anlatmaya çalışmak boşa çaba gibi gözüküyor ama bu şansımı denemeyeceğim anlamına gelmiyor tabii. Gereksiz hayat kesidi tasvirime, 28 Mayıs günü girdiğim İstatistik sınavına çalışma şeklimi tarif ederek başlayabilirim. Ali'nin arka arkaya iki gün beni ziyaret etmesi ve toplamda 2 saatten az çalışabilmemiz, sınava olan muhteşem odaklanmamızı kanıtlar gibiydi. Saatlerce yapılan geyik muhabbeti, benim duygusal kırılganlığımın nadir görülen "aman n'olcek len"siz tedavisi ve arsızca anlatılan lise anılarından sonra çalışmaya pek zaman kalmıyor tabii. İstatistik sınavından 70 bekliyor olmamsa, fazla kafaya takılmayan sınavların daha başarılı geçeceğine yönelik iddialarıma bir kanıt olarak görülebilir.

Bu dönem çok acayip başlamıştı zaten. Benim aniden hortlayan kalp sancım, aniden yıkılan arkadaşlıklarım ve yine ani gelen yeniden yapılanma... Aniden sardığımız bilardo tutkusu, aniden fark ettiğim saçmalama kabiliyetim, yolda aniden önüme çıkan inek (lan?!), aniden biten haftalar, aniden sevmeye başladığım dersler ve hiç sevemeyeceğimi aniden fark ettiklerim vesaire. Sıradan bir bitiş de beklemiyordum yani. Aniden bitiverdi şerefsiz, beni yanıltmayarak. Muhtemelen yaz boyu göremeyeceğim bir çok insana son bir selamı göndermeden, paso başvurumu İETT'ye göndermeyi unutan öğrenci işlerine sitem etmeden, iki senedir söylemek isteyip de söyleyemediklerimi fışkırtmadan, eski binanın güzel manzaralı balkonuna çıkamadan, kantinden üç kutu sakız bile alamadan, ec 212 sınıfında oturan afet ile muhabbeti kuramadan (en çok da buna yanarım), sınıfın camından bir kağıt uçak bile fırlatamadan bitti bir dönem daha. Duyan da mezun oluyorum sanar; benimkisi sürekli yaşanan bir yapamamışlık ezikliği, yapma şansım sürse bile içimde hep olan. Kim bilir, mezun olurken ne hâl alacak? Ben de şimdi uzun uzun, geçen dönemi anlattım da bir türlü bağlayamadım istediğim yere. Zamanın bu ani akışı yanında ders çalışmak da mümkün olmadı; budur demek istediğim. İstatistik sınavına sadece iki saat çalışabildiğimi söylemiştim. Benzer bir sonuç, farklı bir şekilde Auditing ve Game Theory derslerinde de yaşandı.

Auditing sınavına çalışmaya hiç hevesim yoktu. Cumartesi sabahının dokuzuna konmuş bir sınava çalışmayı son güne, yani Cuma'ya uygun görmüş olmam da bu sebeptendi, muhtemelen. Doğal olarak, bu son günde, oturup film ve dizi izlemekten başka bir şey yapmadım. Kendimi eve hapsetmiş, zaman geçirmeye çalışıyordum. Bir ara film izlemeye ara verip de saate baktığımda, yapacak önemli bir işim daha olduğunu hatırladım ve hemen Zeynep'i aradım. Auditing dersini beraber alıyorduk ve ara sınavdan sonra dersine bile girmediğim için, hangi konulardan sorumlu olduğumuzu bilmem gerekiyordu. Zeynep bana konuları mesaj attığında her şey tamamdı; küçük bir ayrıntı dışında: Bende o konuları kapsayan not yoktu ve işin kötüsü bunu gecenin on bir buçuğuna kadar fark etmedim. O saatte ders çalışma şevkimi zar zor toparlamış hâlde masa başına geçip de bendeki notların eksik olduğunu anlamak, çok moral bozucuydu. Sınava girip girmemek arasında bir git-gel yaşadıktan sonra saatimi sabahın yedisine kurup, kafamı yastığa koydum. Ertesi sabah ben erkenden okulda ve çalışmaya hazırdım ama bir şey hâlâ eksikti: O saatte fotokopiciler kapalı olduğu için, not falan alamadım. Umutla birinin gelmesini beklerken, Zeynep'i aramak aklıma geldi. Servise yeni bindiğini ve tam sınav saatinde okulda olabileceğini öğrendikten sonra, hafifçe yutkunup, kantindeki bekleyişime devam ettim. Az sonra, kantinde İrem ile karşılaşınca nasıl sevindim bilemezsiniz. Onun elinden notları kapıp, sınavda çıkması daha muhtemel gözüken belli başlı yerlerin biraz üzerinden geçtim ve on beş dakika içerisinde sınava hazırlandım. Sınavın bok gibi geçtiğini söylememe gerek var mı, bilmiyorum. saat üçteki sınavıma da girip asık suratla evime yollansam da üzüntüm, eve gittikten sonraki dakikalar içinde yok oldu.

Salı günü de bir sınavım vardı. Cumartesi günkü olaydan ders almadığım için, çalışmayı saat üçte olduğunu sandığım sınav için, sınav gününe bırakmıştım. Son gün Demirciköy'de keyif çatıp, Salı günü sabahtan okula gidip, konuları tekrar edebilirdim. Aptallık en büyük günahtır ya, dalgınlık da ondan sonra gelse gerek. Sınav üçte falan değil, sabahın dokuzundaymış. Ben saat dokuza beş kala aheste aheste Dördüncü Levent tarafında seyir etmekteyken, Tarık'ın arayıp, "Nerdesin olm ya sınav başlayacak seni bekliyoruz" demesiyle başımdan aşağı plazma (maddenin dördüncü hâli) halinde sular döküldü. Okula ulaşmnak için beş dakikam vardı. Salı sabahının trafiğinde, beş dakika içinde Dördüncü Levent'ten Kuştepe'ye gidip arabamı park ettim ve dokuzu iki geçe sınıfın kapısındaydım. Hoca tek söz etmeden kağıdımı verdi ve ben de bir sınava daha çalışmadan giriyor olmanın dayanılmaz hafifliğiyle, sorulara yöneldim. Girdiğim bir iki ders beni kurtarmış olsa da, pek de yüksek bir puan alabileceğimi söyleyemem tabii ki.

Çarşamba, Perşembe ve Cuma, sosyal hayatıma ve dinlenmeye ayırdığım günlerdi. Saçma sapan işler yapmadım da değil hani. Mesela, dün (perşembe) oturup üç saatte k'nex kullanarak bir kule inşa ettim. Legolarla ve uzaktan kumandalı arabamla da oynadım. Bütün bu apaçiliğin sebebi, yaşımızın ilerlemesiyle ortalıktan kaybolan bütün oyuncaklarımın bir kutu içerisinde aniden karşıma çıkmasıydı. Yaşımın getirdiği müthiş bilgilerle (!) k'nex tasarımlarıma çok yaratıcı detaylar ekledim. Kulemin pille çalışan bir asansörü bile oldu. Yakında fotoğrafını çeker, koyarım. O zamana kadar, pisa kulesinden daha sanatsal ve empire state'ten daha büyüleyici bir kule düşünerek idare edin (!).

Geldik bugüne... Cuma. Amaçsızca evde oturup, gece gideceğim eğlence için enerji depolarken, blog yazmak, kardeşimi okuldan almak ve kulüpten arkadaşlarımla yemeğe çıkmak gibi bir sürü gün içi iş ediniverdim; oysa söz vermiştim, bugün hiçbir şey yapmayacaktım. yarın da Fenerbahçe'nin kutlamaları falan derken yine ayakta kalırız. İşimiz kalıyor Pazar'a. O gün de rotaspor var. Hmm. Pazartesi? Ekonometri sınavına çalışmam lazım; salı da öyle. Çarşamba sınavdan sonra adalara gideceğiz belki. O gün de yatar. Ben ne zaman yatar? Sonra iki gün Kocaeli'ne gideceğim. Sonra 2 hafta Antalya tatili (!). On kat yorulup gelince de artık beni çim arasına koyarlar gübre olurum^^. Çabuk sevindim... kulübün devir teslim töreni, kulüp aktiviteleri ve kapanış bidibidileri var. Hmm...

1 Haziran 2007 Cuma

Bunlara da Bakın

New and Improved Stereotypes adlı blogda, insanların kafalarında hep varolan aptal önyargılar abartılarak, komik karikatürlerle süslenmiş.

Cats of the World'de ise, dünyanın değişik yerlerinden kedilerin fotoğrafları toplanmış.

Old Grandma Hardcore ise, oyun oynamayı çok seven bir anne annenin (!) maceralarını (!!) anlatıyor.

(18+ Rahatsız Edici İçerik) Hardley Surton; Woman with Wine, Babes with Books, Tea Birds ve Sleeping Cuties adlı dört ayrı blogda sırasıyla elinde şarap tutan, kitap okuyan, çay içen ve uyuyan kızların fotoğraflarını toplamış. Bazıları iğrenç bir görüntü oluştursa da, bu tür değişik bi çalışmaya yer ayırmadan geçemedim. Ayrıca burada da sanatçının (!) flickr fotoğrafları var. (Önemli: Bazı fotoğraflar rahatsız edici olabilir. Blogger'da rastgele gezinirken rastladığım bu çalışmaları gördükten sonra ruh halinizde oluşabilecek herhangi bir dalgalanma için sorumluluk kabul etmem)

Catcro ise, sizi güldürmesi muhtemel bir sürü kedi resmiyle dolu. Alt tarafta yer alan "older posts" tuşuyla daha önceki fotoğrafları da görebilirsiniz.

Mos Way Sunrise, gün doğumlarını sevenler için mükemmel bir arşiv.

Geekflat - geek tarzında dekore edilmiş bir dairenin fotoğrafları

Bunun benzeri listelerimi daha sonra sık sık göreceksiniz. Şimdilik yeter bu kadar...

31 Mayıs 2007 Perşembe

Kadınlarda Nelere Dikkat Etmeli?

Yaşamımın ergenlik safhasına adım attığım günden beri, kafamda mükemmel kadını şekillendirmeye çalışıyorum. Sayısız başarısız ilişki ve sayısız kalp ağrısından sonra, yeni tanıştığınız bir kadını değerlendirirken kullanabileceğiniz on adet kriter çıkardım:

  1. Melinda'dan kaçın! Biliyorum, çok saçma gelecek ama bir kadın, adında "m, e, l, i, n, d, a" harflerinden ne kadar azını taşıyorsa, size o kadar az acı çektirir. Mesela, "Melda" ismi tamamen bu harflerden oluşmuştur. Mümkünse "Su" isimli biri bulunmalıdır. Tek yanlış harf ile, "Duygu" ve benzeri isimler de tercih sebebidir. Bu kuralın geçerliliği, tecrübe ile sabittir aslında ama pek çoğu böyle şeylere inanmadığından, fark edilmez.
  2. Saçlarını düzenli olarak boyatanlardan korkun. Özellikle de sizin erkek halinize ve gözünüzün yaşına bakmadan, teker teker saçına ve yüzüne ne işlemler uygulandığını anlatanlardan çığlık çığlığa kaçılarak, erkekliğin onda dokuzunu oluşturan kutsal görev yerine getirilmelidir. Büyük bir kendine güven eksikliğinin en önemli simgesidir bu.
  3. Kıskançlık gözlerden anlaşılabilir! Gözlere dikkatli bakıldığında, bazı kadınların büyüleyici bakışları altından gözlerinden fışkıran o duyguyu anlamak çok kolaydır. Sizden etkilendiklerini hissettiğiniz anda gözlerinin içine bakın; buğulu merceğin altında bir ışıltı görüyorsanız, kendinizi kıskançlık krizleri eşliğinde geçen, bol açıklama bekleyen bir ilişkiye hazırlayın. Aslına bakarsanız bu söylediğim kehanetten çok öte bir şey. Gözlerdeki ışıltı, beynin tamamen size odaklandığını gösterir ve bu odaklanmayı sağlayabilen kadınlar, aynısını sizden de bekler.
  4. Takıntılara dikkat! Takıntılar her noktada karşınıza çıkabilecek ve uzun bir ilişkide hayatınızı zindan edebilecek, küçük ama tehlikeli detaylardır. Unutulamayan eski bir erkek arkadaşla özdeşleştirilmeniz veya doğuştan itibaren edinilen huylar nedeniyle sizden beklenebilecek öyle şeyler vardır ki, bir süre sonra hayatınız, takıntıların kontrolü altına girebilir. Bundan sakınmanın en iyi yolu, bir ilişkiye başlamadan önce içilecek bir kahvedir. Evet; bir kahve! Uzun süre konuşup, yönlendirici sorularla takıntılar ortaya çıkabilir ve hatta doğrudan takıntıların mevcudiyeti sorgulanabilir.
  5. Varsayımlar sizi yok eder. Kısa zamanda yakınlaştığınız insanlar hakkında, bu sürede onlar hakkında her şeyi öğrenemeyeceğiniz için bazı varsayımlar yapabilirsiniz. Mesela, biriyle tanıştınız ve iki hafta içinde, birbirinizin hayat arkadaşı gibi hareket etmeye başladınız. Bunu muhtemelen, kan uyuşması gibi salak bir tabirle ifade ederdiniz; öyle değil mi? Çok büyük bir hatadır bu. Bu iki hafta içerisinde, tanıştığınızda elinde tuttuğu kitaptan, edebiyatla arasının iyi olduğunu; giydiği birkaç etekten, modayı yakından takip ettiğini; içten sarılmaları sonucu, size çok güvendiğini ve benzeri çıkarımları yaparsanız, aslında o kişinin arkadaşının kitabını teslim etmek için evden yine arkadaşının eteğini giyerek çıkmış ve yeni tanıştığı herkese içten sarılabilecek kadar da saf biri olduğunu anladığınızda, onu sevmeye devam edebilecek misiniz? Bir kadını sevmek için ne kadar az varsayım gerekiyorsa, o kadar iyidir. Evet, aşk gizemle artar ama gizem çözülünce de acı verir.
  6. Gereksiz gülümsemelerden uzak durun. Sırf sizi kırmamak için veya değil; iyi ve kötü esprilerin kişiden kişiye değişmeyen bazı kriterleri vardır ve yanlışlıkla ya da bilerek, kötü bir espri yaptığınızda, sizi üzmemek için bile olsa, gülen bir kadından uzak durun. Bu gülümsemenin üç sebebi olabilir. Birincisi, kendine güvenmiyordur ve/veya sizi gözünde büyütüyordur. İkincisi, gerçekten o espriye gülebilecek kadar salaktır. Üçüncüsü, daha önce de dediğim gibi, sizi üzmek veya ortamda gerginlik yaratmak istemediğinden samimiyetsizliği seçmiştir. Bunların hepsi de, o kişiden uzak durmak için yeterli sebeplerdir.
  7. Büyük beklentileri olanlar, bırakın kendilerine birer aktör bulsunlar. Yakınlaştığınız kadının bazı dayatmaları elbet olacaktır. Onun bu dayatmalarını aşmak için kendinizi olmadığınız biri gibi göstermeniz de doğaldır ama dikkat edin de bu işi çığrından çıkarmasın. Bazıları, siz ne yaparsanız yapın, sizden bir beklenti içerisinde olmaya devam edecektir. Böyle durumlarda en iyisi, tamamen kendiniz gibi olmak ve değişimi reddetmektir, gerisi kendiliğinden gelir... yani sizi terk eder. Bu iyidir; bana güvenin!
  8. Karşılıksız olan her şey kötüdür. Etrafınıza bir bakın, karşılıksız olan ne varsa, hayatınıza acı katmaktadır. Karşılıksız aşklar kadar, karşılıksız iyilikler ve hatta karşılıksız çekleri bile bu listeye ekleyebiliriz. Eğer sevginizin bir kısmı bile karşılık bulamayacaksa, olacak şey çok açıktır: Kullanılırsınız.
  9. Sırf anasına değil, kızını almadan önce bütün ailesine bakın. Marketten karpuz seçmiyoruz veya köle ticareti de yeniden hortlamadı, merak etmeyin. Bu öneriyi duyanların yüzde doksanı, söyleyenin ne kadar geri kafalı olduğundan dem vurcaktır. Yok öyle bir şey. Adetler zamanla değişebiliyor, evet, ama çocukların aileye çektiği gerçeği her zaman varlığını sürdürecek. Uzun sürmesini beklemediğiniz bir ilişkide dahi, aileyle tanışık olursanız, hem onlar size güvenecek ve hayatınızı zehirlemeyeceklerdir hem de siz onlardan arkadaşınız hakkında çok ilginç ayrıntılar öğrenebileceksinizdir. Mecidiyeköy'ün ortasında boğazınıza bıçak dayamaya meyilli bir abisi olup olmadığını baştan öğrenmek de cabası... bilmem, anlatabildim mi?
  10. Her kadın farklıdır, kalıplara bağlı yaşayanlara dikkat. Romantiklik iyidir; beyaz atlı prensin gelip de kendisini muhallebiciye götüreceği günü bekleyecek kadarı kötüdür. Eğer karşınızdaki kadın bir kalıba fazlasıyla uyuyorsa, kendinizi olacaklardan emin hissederek büyük bir hata yaparsınız. Her kadın farklıdır ve kalıplardan sıyrıldıkları noktada sizin inatçı dar görüşünüz mesele olabilir.

Bütün bunlara dikkat ettiniz ve sağlıklı bir ilişkiye başlayabileceğiniz eşi seçtiniz diyelim; geriye mutluluk için son bir uğraş daha gerekiyor: Onun sevgisini kazanmak. Yaygın inanışa ters olarak, kadınlar, ilk görüşte aşık olmazlar. Aşkı kazanana kadar, yukarıdaki kuralları fazla zorlamadan, türlü saçmalıklar yapmak mübahtır. Aklınızda bulunsun.

14 Mayıs 2007 Pazartesi

Uykusuzluğun Etkisinde Aktı Zaman

Zor oldu ama zamanı donduramazdı kimse. Salı gecesinde balıkçıya gidip, arkasından sahilde oturup karanlık denizi seyre dalıp, her dalga hışırtısını farklı bir seslenişe benzetmeye çalışmayı uyumaya tercih ederken düşünmedim bunu tabii ki. O kadar şaraptan sonra ne mantık kalıyor, ne de üşüme duygusu. Eh, çılgınlık yapma arzusunun son zamanlarda yoğunlaşmasını da hesaba katarsak... Çarşamba günü saat 10'daki derse giderken, sadece iki saatlik uykuyla ayakta duruyordum ama ben ne de olsa böyle uykusuzluklara alışıktım; Burhan Hoca da... Ekonomideki güncel meselelerin tartışıldığı dersteki konuşmaları pek dikkatli dinleyemesem de bir şekilde bu interaktif dersi saçmalamadan atlattım. Çok gerekliymiş gibi bir de Ekonometri'ye girip, boş bakışlarla dersi dinlerken üç kişilik sınıfta kendimi Ali Hakan hocanın ilgi odağı yaptıktan sonra, günlük kafa yorma ihtiyacımı gidermiş olarak eve döndüm. Günlük kafa yorma ihtiyacı ne mi? Çok basit: Herhangi bir programı olmayan gencin, o gün içinde bunalıp hayatın boş olduğunu düşünmemesi için maruz kalınması gereken sıkıcı dinletiler.

Aslında Çarşamba gününü dolduracak programım hazırdı; okul çıkışı Tuğçe (hayatımdan kopmamış, en eski arkadaşım) ile buluşacak, ardından Ali ile sıradışı bir eskici turu atacak, daha sonra da Konya'dan o gün dönmüş olan Yusuf ve İstanbul'da olmasına rağmen bir türlü göremediğim Ferhat ile buluşup bir şeyler içecektim ama nasıl olduysa, gece buluşup bir şeyler içmek dışındaki program tamamen iptal oldu.

Daha sonradan anladığım üzere, Çarşamba günü programının çoğunun iptal olması da çok iyi olmuş çünkü sırf gece çıkıp, eve geldikten sonra yapılan sanal sohbet, biraz da sevdiğim ile telefon üzerinden muhabbetin bedeli, iki saatlik bir uykunun ardından, Perşembe sabahı şirketteki bilgisayarlarda sorun çıktığı için telefonla uyandırılmaktı. Telefonu açtığımda annemin sesini tanıyamamam kötüye işaretti. Bir de o kafayla araba da kullanıp Beylikdüzü'ne ulaştım. Ardından doktor randevusu, sonra da yapılması gereken alışveriş... Her şey rüya gibi. Hayatım, can çekişiyor olmamama rağmen, gözümün önünden film şeridi gibi akıp gidiyordu. Yoksa gerçekten can mı çekişiyordum? Bilmiyorum...

Akşamı yüzünü görmekte zorlandığım kız arkadaşımla geçirmenin (onun bunları okumadığından emin olarak söyleyebilirim ki, kıskançlık krizlerinden önceki son mutlu buluşmamızdı bu) mutluluğu tabii ki beni biraz kendime getirdi. Yüzüne her baktığımda, gözlerinde sadece sevgi gördüğüm birisi... Sevgiye o kadar muhtaçmışım ki, bazen küçük bir sarılmayla bile yaşam enerjisiyle dolduğumu hissedebiliyordum. Saatlerin onunla akıp gitmesini tabii ki isterdim ama onun toplantısı vardı ve boynum bükük eve dönüp, Yusuf'un telefonunu beklemeye başladım. Akşam bende kalabileceğini söylemiştim Konyalı dostumun. Onun Konya'daki misafirperverliğini yakalayamamanın mahcubiyeti bir yana, Yusuf, kendisine yapılacak iyilikleri gerçekten hak eden biri. Özünde iyi olduğunu düşündüğüm insanlar için her şeyi yapabileceğimi bilirsiniz (Her ne kadar, özünde beni aşkımdan öldürme güdüsüyle donatılmış biri için bile yapmadığım şey kalmadı aslında ama o tamamen ayrı bir hikâye). Ortaköy merkezli, Yusuf'a İstanbul'u tanıtma turundan sonra, eve geldikten sonraki muhabbet bittiğinde saat dört buçuk olmuştu ve uyku için sadece iki buçuk saatim kalmıştı. Cuma sabahı, okula gitmek üzere evden çıktığımda, ayakta durmakta zorlanıyordum.

Ekonometri sınıf dersi, salon dersi, atölye'si derken bitti dersler Cuma günü saat iki gibi. Atölye'de Cem Hoca'nın sunumum sırasında sorduğu zor soruları gözlerim yarı açık nasıl yanıtladım bilemiyorum ama fena değildi galiba. Soruları yanıtlarken, uykusuzluğun saflığı şöyle dursun, ukalalığı da elden bırakmadım ve bu da sorulan zor soruların sebebiydi belli ki. Yalpalayarak arabaya attım kendimi ve eve döndüm. Yeni uyanmış Yusuf karşıladı beni. Hindi etini garipseyip, "bozuk bunlar" diye bir kaç köfteyi çöp tenekesine gönderivermiş olmasına yarım saat güldüm galiba. Daha sonra Ali ile buluşup Çarşamba günü gidemediğimiz eskicilere gittik.

Taksim'e vardığımızda THY'den bilet tarihini değiştirtmek isteyen Yusuf'un yarattığı yarım saatlik gecikme, bir çok dükkânı kapalı bulmamıza sebep oldu ama nereden bilebilirdik ki... Sıraselviler'in başından sağa, Taksim İlkyardım Hastanesi'nin arka tarafına doğru giden sokağa girdiğinizde önünüze çıkan kenar sınıfı mahalleler, yayalara bile laf atan otoparkçılar ve ne idüğü belirsiz köpekleri geçtikten sonra, karşıma çıkan manzara, tam anlamıyla bir sürpriz oldu. Bir mahalle dolusu dükkân, 1960 yıllarında takılıp kalmıştı sanki. Eczanesinden manavına kadar her dükkân, eski usûldü. Eczanede bulduğum eski Aspirin reklâmının fotokopisini aldım. Eski oyuncak araba ve trenlerden cep saatlerine, sandalyelerden tilt makinelerine kadar her şey vardı. Ali'nin en geniş içeriğe sahip olduğunu söylediği dükkân olan popcorn'un kapalı olmasına rağmen bu kadar çok değişik şey bulabilmemiz etkileyiciydi. Söylemeden geçemeyeceğim, "Hatırla Sevgili" dizisinin çekim ekibi de o mahallede kamyonlarla gelmiş alışveriş yapıyorlardı. Dumurlar içinde yüzüyorum muntazaman.

Taksim'de kaşarlı dürümlerimizi yiyip, Metro ile Kanyon AVM'ye gittik. Anneler günü hesabına yazdırılan birkaç hediye alınıp, kitapçıda biraz dolandıktan sonra evin yolunu tuttuk. Akşam için rotaract'tan arkadaşlarımızın ayarladığı iki tane Efes Rock'n Dark etkinliği davetiyemiz vardı ve ben gitmek için sabırsızlanıyordum. O kadar uykusuzken tam olarak ne için sabırsızlandığımı biliyor muydum; emin değilim. Geceden ne beklediğimi bilmeden gittiğim Taksim'de Lale, Sarven, Ceren ve Serra ile buluşup, onları Yusuf ile tanıştırıp, Yeni Melek GM'ye doğru yola çıktık. Daha önceden oraya varıp, etkinliğin canı sıkıcı etkisini keşfeden Nurhan ve arkadaşları, çıkmak için bahane arıyorlardı. Yarışma benzeri aktivite bitip, rock dışında her şeye benzeyen şarkılarıyla saçma bir grup birinci olduktan sonraki konserler öncesi verilen uzun ara, tam aradıkları şeydi. Onlar gittiler gitmesine de, yavaş yavaş boşalan meydanda bizim yaptığımız apaçilikler haftanın en komik anları oldu. Sarven'in kimyasal çubuklarla yaptığı ışık gösterisini taklit etmeye çalışırken milletin kafasına yolladığım ışıklar sadece başlangıçtı. Esas bomba, ben konser sırasında dağıtılan anahtarlığı safça sallarken patladı. Sarı, ışıltılı bir anahtarlıktı. Müziğin ritmine göre sallayıp, kendime eğlence yaratmışken anahtarlığın içindeki sarı cisim fırlayıp, yerde bağdaş kurmuş iki kızın arasına düştü. Ne olduğunu anlayamadan, parçalandığını düşündüğüm anahtarlığımın parlak parçasını geri almak için kızlara yöneldim. Onlar da aralarına düşen cismi inceliyorlardı. İkisi de kıpkırmızı kesildi aniden. Sapsarı cismin, bu kadar kırmızılık yaratmasının ne gibi bir sebebi olabilirdi? Yoksa? Aman tanrım! Anahtarlığın içinden ne fırladığını anlamayanlar için aşağıda resmi var. Üstüne bir de hiçbir şey olmamış gibi yüzsüzlükle "sarı cismi" alıp, yanlarından uzaklaştım. Yüzsüzleşiyorum muntazaman.

sarı cisim

Eve geldiğimde saat sabahın beşiydi ama azimle yattım ve sabahın köründe kalkıp Yusuf'u Beşiktaş'a bıraktım. Ardından, 10:30'da taxim hill'deki host toplantısı ve çekik gözlü olmayan çinli işçilere katılmak... Yorucu ve zaman zaman rüya gördüğüm Cumartesi'nin ardından azıcık uyuyabildiğim bir Pazar ve başladı yine okul... Bu hafta Route Istanbul 2007 başlıyor ve Çarşamba'dan Pazar'a kadar İsveçli bir arkadaşı İstanbul'da hayatta tutmaya çalışacağım. Komite görevlerini saymıyorum bile... Of ki ne off...

10 Mayıs 2007 Perşembe

Ninatta'nın Bileziği

Ahmet Ümit'in hayranlık uyandıran akıcı anlatımını değişik bir kalıpta görmeye ne dersiniz? "Ninatta'nın Bileziği" adlı romanında, Ümit, Hititler zamanında geçen bir yasak aşk hikâyesini, o zamanın tabletlerinin tercümelerinde rastladığımız epik şiirsel kalıpta, zaman zaman hüzünlenip, bazen de coşkuyla yoğrulan bir anlatımla sunuyor. Aşkın her iki tarafı da yakan alevinin etkisini hayatınızda bir kez olsun hissettiyseniz, kitapta olup bitenler arasında zaman zaman hayatınızdaki olayların antik benzerlerine rastlayabilirsiniz. Hititli soylu bir aileden gelen Ninatta'nın, komutan Nuvanza'ya olan aşkının mantık ve umuttan yoksunken bile, beklenenin aksine daha da bir güçlenerek yanan ateşi, Kadeş Savaşı ve toplumun baskısından nasibini alsa da, bu kitapta ölümsüzleşmiş. Üç bin üç yüz yıldır devam eden bu sevdaya tanıklık etmek istiyorsanız, bu kitabı hemen edinin derim.