31 Mayıs 2007 Perşembe

Kadınlarda Nelere Dikkat Etmeli?

Yaşamımın ergenlik safhasına adım attığım günden beri, kafamda mükemmel kadını şekillendirmeye çalışıyorum. Sayısız başarısız ilişki ve sayısız kalp ağrısından sonra, yeni tanıştığınız bir kadını değerlendirirken kullanabileceğiniz on adet kriter çıkardım:

  1. Melinda'dan kaçın! Biliyorum, çok saçma gelecek ama bir kadın, adında "m, e, l, i, n, d, a" harflerinden ne kadar azını taşıyorsa, size o kadar az acı çektirir. Mesela, "Melda" ismi tamamen bu harflerden oluşmuştur. Mümkünse "Su" isimli biri bulunmalıdır. Tek yanlış harf ile, "Duygu" ve benzeri isimler de tercih sebebidir. Bu kuralın geçerliliği, tecrübe ile sabittir aslında ama pek çoğu böyle şeylere inanmadığından, fark edilmez.
  2. Saçlarını düzenli olarak boyatanlardan korkun. Özellikle de sizin erkek halinize ve gözünüzün yaşına bakmadan, teker teker saçına ve yüzüne ne işlemler uygulandığını anlatanlardan çığlık çığlığa kaçılarak, erkekliğin onda dokuzunu oluşturan kutsal görev yerine getirilmelidir. Büyük bir kendine güven eksikliğinin en önemli simgesidir bu.
  3. Kıskançlık gözlerden anlaşılabilir! Gözlere dikkatli bakıldığında, bazı kadınların büyüleyici bakışları altından gözlerinden fışkıran o duyguyu anlamak çok kolaydır. Sizden etkilendiklerini hissettiğiniz anda gözlerinin içine bakın; buğulu merceğin altında bir ışıltı görüyorsanız, kendinizi kıskançlık krizleri eşliğinde geçen, bol açıklama bekleyen bir ilişkiye hazırlayın. Aslına bakarsanız bu söylediğim kehanetten çok öte bir şey. Gözlerdeki ışıltı, beynin tamamen size odaklandığını gösterir ve bu odaklanmayı sağlayabilen kadınlar, aynısını sizden de bekler.
  4. Takıntılara dikkat! Takıntılar her noktada karşınıza çıkabilecek ve uzun bir ilişkide hayatınızı zindan edebilecek, küçük ama tehlikeli detaylardır. Unutulamayan eski bir erkek arkadaşla özdeşleştirilmeniz veya doğuştan itibaren edinilen huylar nedeniyle sizden beklenebilecek öyle şeyler vardır ki, bir süre sonra hayatınız, takıntıların kontrolü altına girebilir. Bundan sakınmanın en iyi yolu, bir ilişkiye başlamadan önce içilecek bir kahvedir. Evet; bir kahve! Uzun süre konuşup, yönlendirici sorularla takıntılar ortaya çıkabilir ve hatta doğrudan takıntıların mevcudiyeti sorgulanabilir.
  5. Varsayımlar sizi yok eder. Kısa zamanda yakınlaştığınız insanlar hakkında, bu sürede onlar hakkında her şeyi öğrenemeyeceğiniz için bazı varsayımlar yapabilirsiniz. Mesela, biriyle tanıştınız ve iki hafta içinde, birbirinizin hayat arkadaşı gibi hareket etmeye başladınız. Bunu muhtemelen, kan uyuşması gibi salak bir tabirle ifade ederdiniz; öyle değil mi? Çok büyük bir hatadır bu. Bu iki hafta içerisinde, tanıştığınızda elinde tuttuğu kitaptan, edebiyatla arasının iyi olduğunu; giydiği birkaç etekten, modayı yakından takip ettiğini; içten sarılmaları sonucu, size çok güvendiğini ve benzeri çıkarımları yaparsanız, aslında o kişinin arkadaşının kitabını teslim etmek için evden yine arkadaşının eteğini giyerek çıkmış ve yeni tanıştığı herkese içten sarılabilecek kadar da saf biri olduğunu anladığınızda, onu sevmeye devam edebilecek misiniz? Bir kadını sevmek için ne kadar az varsayım gerekiyorsa, o kadar iyidir. Evet, aşk gizemle artar ama gizem çözülünce de acı verir.
  6. Gereksiz gülümsemelerden uzak durun. Sırf sizi kırmamak için veya değil; iyi ve kötü esprilerin kişiden kişiye değişmeyen bazı kriterleri vardır ve yanlışlıkla ya da bilerek, kötü bir espri yaptığınızda, sizi üzmemek için bile olsa, gülen bir kadından uzak durun. Bu gülümsemenin üç sebebi olabilir. Birincisi, kendine güvenmiyordur ve/veya sizi gözünde büyütüyordur. İkincisi, gerçekten o espriye gülebilecek kadar salaktır. Üçüncüsü, daha önce de dediğim gibi, sizi üzmek veya ortamda gerginlik yaratmak istemediğinden samimiyetsizliği seçmiştir. Bunların hepsi de, o kişiden uzak durmak için yeterli sebeplerdir.
  7. Büyük beklentileri olanlar, bırakın kendilerine birer aktör bulsunlar. Yakınlaştığınız kadının bazı dayatmaları elbet olacaktır. Onun bu dayatmalarını aşmak için kendinizi olmadığınız biri gibi göstermeniz de doğaldır ama dikkat edin de bu işi çığrından çıkarmasın. Bazıları, siz ne yaparsanız yapın, sizden bir beklenti içerisinde olmaya devam edecektir. Böyle durumlarda en iyisi, tamamen kendiniz gibi olmak ve değişimi reddetmektir, gerisi kendiliğinden gelir... yani sizi terk eder. Bu iyidir; bana güvenin!
  8. Karşılıksız olan her şey kötüdür. Etrafınıza bir bakın, karşılıksız olan ne varsa, hayatınıza acı katmaktadır. Karşılıksız aşklar kadar, karşılıksız iyilikler ve hatta karşılıksız çekleri bile bu listeye ekleyebiliriz. Eğer sevginizin bir kısmı bile karşılık bulamayacaksa, olacak şey çok açıktır: Kullanılırsınız.
  9. Sırf anasına değil, kızını almadan önce bütün ailesine bakın. Marketten karpuz seçmiyoruz veya köle ticareti de yeniden hortlamadı, merak etmeyin. Bu öneriyi duyanların yüzde doksanı, söyleyenin ne kadar geri kafalı olduğundan dem vurcaktır. Yok öyle bir şey. Adetler zamanla değişebiliyor, evet, ama çocukların aileye çektiği gerçeği her zaman varlığını sürdürecek. Uzun sürmesini beklemediğiniz bir ilişkide dahi, aileyle tanışık olursanız, hem onlar size güvenecek ve hayatınızı zehirlemeyeceklerdir hem de siz onlardan arkadaşınız hakkında çok ilginç ayrıntılar öğrenebileceksinizdir. Mecidiyeköy'ün ortasında boğazınıza bıçak dayamaya meyilli bir abisi olup olmadığını baştan öğrenmek de cabası... bilmem, anlatabildim mi?
  10. Her kadın farklıdır, kalıplara bağlı yaşayanlara dikkat. Romantiklik iyidir; beyaz atlı prensin gelip de kendisini muhallebiciye götüreceği günü bekleyecek kadarı kötüdür. Eğer karşınızdaki kadın bir kalıba fazlasıyla uyuyorsa, kendinizi olacaklardan emin hissederek büyük bir hata yaparsınız. Her kadın farklıdır ve kalıplardan sıyrıldıkları noktada sizin inatçı dar görüşünüz mesele olabilir.

Bütün bunlara dikkat ettiniz ve sağlıklı bir ilişkiye başlayabileceğiniz eşi seçtiniz diyelim; geriye mutluluk için son bir uğraş daha gerekiyor: Onun sevgisini kazanmak. Yaygın inanışa ters olarak, kadınlar, ilk görüşte aşık olmazlar. Aşkı kazanana kadar, yukarıdaki kuralları fazla zorlamadan, türlü saçmalıklar yapmak mübahtır. Aklınızda bulunsun.

14 Mayıs 2007 Pazartesi

Uykusuzluğun Etkisinde Aktı Zaman

Zor oldu ama zamanı donduramazdı kimse. Salı gecesinde balıkçıya gidip, arkasından sahilde oturup karanlık denizi seyre dalıp, her dalga hışırtısını farklı bir seslenişe benzetmeye çalışmayı uyumaya tercih ederken düşünmedim bunu tabii ki. O kadar şaraptan sonra ne mantık kalıyor, ne de üşüme duygusu. Eh, çılgınlık yapma arzusunun son zamanlarda yoğunlaşmasını da hesaba katarsak... Çarşamba günü saat 10'daki derse giderken, sadece iki saatlik uykuyla ayakta duruyordum ama ben ne de olsa böyle uykusuzluklara alışıktım; Burhan Hoca da... Ekonomideki güncel meselelerin tartışıldığı dersteki konuşmaları pek dikkatli dinleyemesem de bir şekilde bu interaktif dersi saçmalamadan atlattım. Çok gerekliymiş gibi bir de Ekonometri'ye girip, boş bakışlarla dersi dinlerken üç kişilik sınıfta kendimi Ali Hakan hocanın ilgi odağı yaptıktan sonra, günlük kafa yorma ihtiyacımı gidermiş olarak eve döndüm. Günlük kafa yorma ihtiyacı ne mi? Çok basit: Herhangi bir programı olmayan gencin, o gün içinde bunalıp hayatın boş olduğunu düşünmemesi için maruz kalınması gereken sıkıcı dinletiler.

Aslında Çarşamba gününü dolduracak programım hazırdı; okul çıkışı Tuğçe (hayatımdan kopmamış, en eski arkadaşım) ile buluşacak, ardından Ali ile sıradışı bir eskici turu atacak, daha sonra da Konya'dan o gün dönmüş olan Yusuf ve İstanbul'da olmasına rağmen bir türlü göremediğim Ferhat ile buluşup bir şeyler içecektim ama nasıl olduysa, gece buluşup bir şeyler içmek dışındaki program tamamen iptal oldu.

Daha sonradan anladığım üzere, Çarşamba günü programının çoğunun iptal olması da çok iyi olmuş çünkü sırf gece çıkıp, eve geldikten sonra yapılan sanal sohbet, biraz da sevdiğim ile telefon üzerinden muhabbetin bedeli, iki saatlik bir uykunun ardından, Perşembe sabahı şirketteki bilgisayarlarda sorun çıktığı için telefonla uyandırılmaktı. Telefonu açtığımda annemin sesini tanıyamamam kötüye işaretti. Bir de o kafayla araba da kullanıp Beylikdüzü'ne ulaştım. Ardından doktor randevusu, sonra da yapılması gereken alışveriş... Her şey rüya gibi. Hayatım, can çekişiyor olmamama rağmen, gözümün önünden film şeridi gibi akıp gidiyordu. Yoksa gerçekten can mı çekişiyordum? Bilmiyorum...

Akşamı yüzünü görmekte zorlandığım kız arkadaşımla geçirmenin (onun bunları okumadığından emin olarak söyleyebilirim ki, kıskançlık krizlerinden önceki son mutlu buluşmamızdı bu) mutluluğu tabii ki beni biraz kendime getirdi. Yüzüne her baktığımda, gözlerinde sadece sevgi gördüğüm birisi... Sevgiye o kadar muhtaçmışım ki, bazen küçük bir sarılmayla bile yaşam enerjisiyle dolduğumu hissedebiliyordum. Saatlerin onunla akıp gitmesini tabii ki isterdim ama onun toplantısı vardı ve boynum bükük eve dönüp, Yusuf'un telefonunu beklemeye başladım. Akşam bende kalabileceğini söylemiştim Konyalı dostumun. Onun Konya'daki misafirperverliğini yakalayamamanın mahcubiyeti bir yana, Yusuf, kendisine yapılacak iyilikleri gerçekten hak eden biri. Özünde iyi olduğunu düşündüğüm insanlar için her şeyi yapabileceğimi bilirsiniz (Her ne kadar, özünde beni aşkımdan öldürme güdüsüyle donatılmış biri için bile yapmadığım şey kalmadı aslında ama o tamamen ayrı bir hikâye). Ortaköy merkezli, Yusuf'a İstanbul'u tanıtma turundan sonra, eve geldikten sonraki muhabbet bittiğinde saat dört buçuk olmuştu ve uyku için sadece iki buçuk saatim kalmıştı. Cuma sabahı, okula gitmek üzere evden çıktığımda, ayakta durmakta zorlanıyordum.

Ekonometri sınıf dersi, salon dersi, atölye'si derken bitti dersler Cuma günü saat iki gibi. Atölye'de Cem Hoca'nın sunumum sırasında sorduğu zor soruları gözlerim yarı açık nasıl yanıtladım bilemiyorum ama fena değildi galiba. Soruları yanıtlarken, uykusuzluğun saflığı şöyle dursun, ukalalığı da elden bırakmadım ve bu da sorulan zor soruların sebebiydi belli ki. Yalpalayarak arabaya attım kendimi ve eve döndüm. Yeni uyanmış Yusuf karşıladı beni. Hindi etini garipseyip, "bozuk bunlar" diye bir kaç köfteyi çöp tenekesine gönderivermiş olmasına yarım saat güldüm galiba. Daha sonra Ali ile buluşup Çarşamba günü gidemediğimiz eskicilere gittik.

Taksim'e vardığımızda THY'den bilet tarihini değiştirtmek isteyen Yusuf'un yarattığı yarım saatlik gecikme, bir çok dükkânı kapalı bulmamıza sebep oldu ama nereden bilebilirdik ki... Sıraselviler'in başından sağa, Taksim İlkyardım Hastanesi'nin arka tarafına doğru giden sokağa girdiğinizde önünüze çıkan kenar sınıfı mahalleler, yayalara bile laf atan otoparkçılar ve ne idüğü belirsiz köpekleri geçtikten sonra, karşıma çıkan manzara, tam anlamıyla bir sürpriz oldu. Bir mahalle dolusu dükkân, 1960 yıllarında takılıp kalmıştı sanki. Eczanesinden manavına kadar her dükkân, eski usûldü. Eczanede bulduğum eski Aspirin reklâmının fotokopisini aldım. Eski oyuncak araba ve trenlerden cep saatlerine, sandalyelerden tilt makinelerine kadar her şey vardı. Ali'nin en geniş içeriğe sahip olduğunu söylediği dükkân olan popcorn'un kapalı olmasına rağmen bu kadar çok değişik şey bulabilmemiz etkileyiciydi. Söylemeden geçemeyeceğim, "Hatırla Sevgili" dizisinin çekim ekibi de o mahallede kamyonlarla gelmiş alışveriş yapıyorlardı. Dumurlar içinde yüzüyorum muntazaman.

Taksim'de kaşarlı dürümlerimizi yiyip, Metro ile Kanyon AVM'ye gittik. Anneler günü hesabına yazdırılan birkaç hediye alınıp, kitapçıda biraz dolandıktan sonra evin yolunu tuttuk. Akşam için rotaract'tan arkadaşlarımızın ayarladığı iki tane Efes Rock'n Dark etkinliği davetiyemiz vardı ve ben gitmek için sabırsızlanıyordum. O kadar uykusuzken tam olarak ne için sabırsızlandığımı biliyor muydum; emin değilim. Geceden ne beklediğimi bilmeden gittiğim Taksim'de Lale, Sarven, Ceren ve Serra ile buluşup, onları Yusuf ile tanıştırıp, Yeni Melek GM'ye doğru yola çıktık. Daha önceden oraya varıp, etkinliğin canı sıkıcı etkisini keşfeden Nurhan ve arkadaşları, çıkmak için bahane arıyorlardı. Yarışma benzeri aktivite bitip, rock dışında her şeye benzeyen şarkılarıyla saçma bir grup birinci olduktan sonraki konserler öncesi verilen uzun ara, tam aradıkları şeydi. Onlar gittiler gitmesine de, yavaş yavaş boşalan meydanda bizim yaptığımız apaçilikler haftanın en komik anları oldu. Sarven'in kimyasal çubuklarla yaptığı ışık gösterisini taklit etmeye çalışırken milletin kafasına yolladığım ışıklar sadece başlangıçtı. Esas bomba, ben konser sırasında dağıtılan anahtarlığı safça sallarken patladı. Sarı, ışıltılı bir anahtarlıktı. Müziğin ritmine göre sallayıp, kendime eğlence yaratmışken anahtarlığın içindeki sarı cisim fırlayıp, yerde bağdaş kurmuş iki kızın arasına düştü. Ne olduğunu anlayamadan, parçalandığını düşündüğüm anahtarlığımın parlak parçasını geri almak için kızlara yöneldim. Onlar da aralarına düşen cismi inceliyorlardı. İkisi de kıpkırmızı kesildi aniden. Sapsarı cismin, bu kadar kırmızılık yaratmasının ne gibi bir sebebi olabilirdi? Yoksa? Aman tanrım! Anahtarlığın içinden ne fırladığını anlamayanlar için aşağıda resmi var. Üstüne bir de hiçbir şey olmamış gibi yüzsüzlükle "sarı cismi" alıp, yanlarından uzaklaştım. Yüzsüzleşiyorum muntazaman.

sarı cisim

Eve geldiğimde saat sabahın beşiydi ama azimle yattım ve sabahın köründe kalkıp Yusuf'u Beşiktaş'a bıraktım. Ardından, 10:30'da taxim hill'deki host toplantısı ve çekik gözlü olmayan çinli işçilere katılmak... Yorucu ve zaman zaman rüya gördüğüm Cumartesi'nin ardından azıcık uyuyabildiğim bir Pazar ve başladı yine okul... Bu hafta Route Istanbul 2007 başlıyor ve Çarşamba'dan Pazar'a kadar İsveçli bir arkadaşı İstanbul'da hayatta tutmaya çalışacağım. Komite görevlerini saymıyorum bile... Of ki ne off...

10 Mayıs 2007 Perşembe

Ninatta'nın Bileziği

Ahmet Ümit'in hayranlık uyandıran akıcı anlatımını değişik bir kalıpta görmeye ne dersiniz? "Ninatta'nın Bileziği" adlı romanında, Ümit, Hititler zamanında geçen bir yasak aşk hikâyesini, o zamanın tabletlerinin tercümelerinde rastladığımız epik şiirsel kalıpta, zaman zaman hüzünlenip, bazen de coşkuyla yoğrulan bir anlatımla sunuyor. Aşkın her iki tarafı da yakan alevinin etkisini hayatınızda bir kez olsun hissettiyseniz, kitapta olup bitenler arasında zaman zaman hayatınızdaki olayların antik benzerlerine rastlayabilirsiniz. Hititli soylu bir aileden gelen Ninatta'nın, komutan Nuvanza'ya olan aşkının mantık ve umuttan yoksunken bile, beklenenin aksine daha da bir güçlenerek yanan ateşi, Kadeş Savaşı ve toplumun baskısından nasibini alsa da, bu kitapta ölümsüzleşmiş. Üç bin üç yüz yıldır devam eden bu sevdaya tanıklık etmek istiyorsanız, bu kitabı hemen edinin derim.

8 Mayıs 2007 Salı

Kafası Karışmış Genç

Hayatımın saçmasapan bir döngüden ibaret olduğu teorisini yeniden ciddiye almaya başladığım bir dönemde hayatıma giren bir kıza olan alışılagelmiş kısa dönemli aşırı ilgim ve ardından gelen kopuk ve soğuk ilişki, endişelerimi doğrular nitelikte. Acaba o vak'adan sonra (sonra dedirtecek bir gelişmeyi müjdeleyemesem de, eskisine göre daha iyiyim) bir daha aşık olamayacak mıyım? Bu döngüden kurtulmak için kendimi müziğe ve kitaplara adamış durumdayım. Şaka gibi; benim gibi aşka aşık adamı bile ilişkilerden soğutan etken ne acaba... Her neyse, bunlar hakkında yazmaktan sıkıldım zaten. Arada okul bile kaynıyor bu gidişte. Neler olacağını zaman gösterecek ve YND'de buna sık sık değineceğim tabii ki. Buraya yazdıklarım genelde daha az duygusal içerikte olacak ve geyik yapma ihtimalim de haliyle daha fazla olacak. Araya, ikinci yazımda olduğu gibi, kitap veya film yorumları da sıkıştırabilirim çünkü bu konuda da kendimi geliştirmem gerekiyor. Okuması pek zevkli değil belki ama... kimi kandırıyorum; yazması da okuması kadar sıkıcı!

Demirciköy'deyim ve bizi sahibi olarak seçen kedimizin bahçede dünyanın en önemli işini yapmasını, kendini temizlemesini boş boş izliyorum. Kedi demişken, kedilerin kafalarının sığabileceği her delikten geçebileceğini biliyor muydunuz? Kendilerine tapan ve tevazuya zıtlıklarıyla ikonlaşan bu hayvanlara hep hayran olmuşumdur. Bizimkisi ise tamamen ayrı bir araştırma konusu. Kesinlikle tırmalama, miyavlama, tıslama vesaire kedilere has davranışlardan arınmış ama kendini bir şekilde sevdirtmeyen ve her nasılsa kendine hayran bırakmayı da bilen bir acayip kedi. Neyse... Kedilerden bahsetmeye başlarsam bu sefer herkesin bildiği şeyleri defalarca yazıp, bu yazının okunabilirliğini düşürmekten başka bir iş yapmış olmayacağım. Yazıya yabancılaştım bile, nitekim.

Bu aralar erken seçimin etkisiyle herkesin diline yapışmış "hangi partiye oy vereceksin" sorusuna mükemmel cevabı arayışım devam ederken, bazı aklından şüphe ettiklerimin saçma cevapları da zaman zaman sinir krizlerime sebep oluşturuyor. Bilirsiniz, kolay kolay sinirlenmem ama olan bitene yönelik yaklaşımın öylesine safça ve içi boş olduğu anlar oluyor ki, elime kocaman bir AKP simgesi geçirip, kafalarında parçalamak istiyorum. Vahşileşiyorum muntazaman. Bir insan sırf benimkilerle zıt görüşler taşıyan bir partiye oy verecek diye sinirlenmeyecek kadar makul bir insan olmama rağmen, mesele oy verme sebeplerine gelince aldığım bazı yanıtlar, mantığın sınırlarını çoktan yıkıp geçmiş ve kendi gerzek denklemleri içinde anlam bulmuş oluyor. Bunlardan en sık karşılaştığım ve dolayısıyla en çok nefret ettiğimi sizlerle paylaşayım ki, karşıma çıkma ihtimali biraz daha azalsın; kimse kafasında ampul kırmamı istemez, değil mi? AKP'ye oy vermek için insanlar çeşitli bahanelere sahipler ama başka bir partiye nefretten dolayı oy vermek de ne oluyor? Yok Baykal'a oy versek ne değişecekmiş, yok DSP'ye zaten kimse oy vermiyormuş, solda birleşme olsa işe yaramazmış... Kusura bakmayın ama, tümden gelimle oy vereceği partiyi belirleyen zihniyete en ufak bir saygım yok. Oy vereceği partinin iyi yönetilmediğini düşünüp de, tamamen zıt görüşteki bir partiye oy vermek de nesi? Bu bir kişilik bozukluğu ve tamamen aşağılıkça. Bir de benimle yaşıt veya bir kaç yaş büyük olanların, en küçük bir siyasi geçmiş bilgisi kırıntısından mahrum, ondan bundan duyduklarıyla kendilerine görüş yaratmalarına ayrıca sinir oluyorum. Hesapta sakin bir adamım; kendi yağımızda kavruluyoruz işte, kimseye zarar vermeden. Tabii ki ampul konusunda ciddi değildim!

Karnım aç! Annemlerin yokluğunda geçirdiğim günlere bir yenisini Demirciköy'de eklemek gibi eğlenceli gözüken bir süreci rezil edebilecek şey nedir? Tabii ki, evdeki yiyecek kırıntılarının bile sayılı olması. Üç kereviz parçası ve bol ekmekle hayatta kalmaya çalışıyorum; buzdolabının üzerinden bana gülümseyen Domino's çıkartmasına (bunlara sticker diyenlere de sinir olurum bu arada) inat. Kedinin maması da güzel kokuyor, balıklı balıklı... o kadar da değil tabii. Günün diyeti, sabahki muzlu süt, üç bardak kahve, kereviz suyuna bandırılmış ekmek ve bir tane çikolatalı gofretten oluşuyor. Ha bir de depoda bulduğum beş aylık patates cipsi var! Dolaptaki süzme yoğurt ve baharatlarla bir sos yapmayı becerebilirsem, yenebilir hâle gelebileceğinden eminim. Zayıflamak için yemek yemekten vazgeçen mankenlere empati kurmama az kaldı. Dominosun' telefonu kaçtı...

Kesinlikle izlemem gerekenler listesinden üç filmi daha bu gün izlemeyi planlıyorum. İnsanın tamamen kendine ayırdığı o günlerden biri ve pizza yiyip film seyretmek dışında yapacak bir şey bulamıyorum. O kadar mükemmelim ki, kendime ayırdığım günde geliştirebileceğim bir özellik bulamıyorum... hahaha... biraz mütevazı olmayı öğrenmekle başlayabilirim belki. En iyisi, koşu bandının motorunu zorlayıp yüzümdeki, sürdüğüm ilaçlardan etkilenmeyen, şu salak yara için bir daha doktora gitmek. Daha fazla yapılacakları uzatmamalıyım yoksa gün yetmeyecek. Uzatmamam gereken bir şey daha varsa, o da bu yazı herhalde. Telefondaki uzun ve soğuk bir konuşmanın ardından zamanı iyice katletmiş olmanın hüznüyle son noktamı vuruyorum; evet.

Oğullar ve Rencide Ruhlar

“Beş yaş insanın en olgun çağıdır, sonra çürüme başlar”. Kendini, “erkek Japon Bıldırcınlarının cinsel hayatı konusunda otorite ve orta boylu” olarak tanımlayan Alper Canıgüz’ün, ilk baskısı 2004 yılında İletişim Yayınevi tarafından yapılan “Oğullar ve Rencide Ruhlar” adlı kitabında, en azından yirmi yaşındaki birinin sahip olabileceği bir kültür birikimi ve mantığa sahip olan beş yaşındaki bir çocuk olan kahramanımız Alper Kamu, yaşadığı mahallede olup bitenleri kendi bakış açısından değerlendiriyor. Yaratıcı tanımlamalara ve bir beş yaşındakinin seviyesinden bakıldığında daha da komik ve absürd görünen durumlara bu kitapta sık sık rastlanıyor. Fırlamalığı ve filozofluğu aynı, üstelik de sadece beş yaşında olan bir karakterde toplayan Canıgüz, bu sıradışı karakterin etrafında dönen hikayeye polisiye, fantazi, drama ve hatta mizahı bolca katarak, sürekli karmaşık duygularla okuyacağınız bir hikâye sunmuş. Kitabın ne kadar değişik bir yapıya sahip olduğunu göstermek adına bir kaç alıntı yapmalıyım; Canıgüz’ün tarzını en iyi kendi cümleleri ifade edecek gibi:

“Ben Alper Kamu, bir kaç ay önce beş yaşıma bastım. Doğum günüm yaklaşırken vaktimin büyük bir kısmını pencerenin önünde, dışarıdaki insanları izleyerek geçiriyordum. (...) (Anaokulunda) Benden, evde Shostakovich dinleyen benden, “kestane, gürgen, palamut” diye yırtınmam bekleniyordu. Neyse ki, asosyalliğim ve ara ara içimde kopan fırtınaları dışa vuran mimiklerim sayesinde öğretmenim benim zihinsel özürlü olduğuma hükmetti de düştü yakamdan. (...) Bir devlet memurunun eti budu ne? Çocuklarına işkence etmek için maaşının yarısını isteyen o iğrenç sömürgenler utansın. Bir de ona o maaşı layık görenler. Sonunda, baba tartışmayı noktalayan kararını açıkladı: ‘Ecdadını sikerim ben anaokulunun’ (...) (Alev Ablasının anlattığı masalı aktarıyor) Karlar Kraliçesi, işi gücü hainlik ve fesatlık olan Laponyalı bir cadıymış. Sözü geçen pis karı öyle bir ayna yaptırmış ki, bu aynaya yansıyan tüm görüntüler güzelliklerini yitirir, iğrenç ve kötücül şeylere dönüşürmüş; dünyayı bir kez oradan görenler anında taş kalpli, berbat insanlar oluverirlermiş. Karlar Kraliçesi’nin çömezleri, dalgayı yer yüzünün her köşesine götürüp milletin suratına tutarlarmış. Kraliçe de bundan sapıkça bir zevk alırmış. Fakat uçarak seyahat ettiklerini çıkarsadığım bu geri zekâlı çömezler bir gün aynayı ellerinden düşürüp kırmışlar. Gelin görün ki, bu kaza hiç de insanlığın hayrına sonuç vermemiş. Tuzla buz olan aynanın tozları kuzey rüzgârlarıyla dünyanın dört bir tarafına dağılıp, onun bunun gözüne girmiş; ortalık bok heriflerden geçilmez hâle gelmiş. Kay adlı oğlan ile Gerda adlı kız, birbirine bitişik iki evin tavanarasında oturan iki ailenin sevimli çocuklarıymış ve birbirlerine bayılırlarmış. Karşılıklı odalarının pencere kenarında birer sandık dururmuş. Her iki sandığın içinde de aşklarının simgesi olan bir gül fidanı bulunurmuş. Bu ikisi yaz aylarında sürekli birlikte takılır, çayırlarda hoplayıp zıplar, çoğunlukla da birbirlerinin evlerine girip, pis günahları boynuna, herhalde bir takım haltlar karıştırırlarmış. Ne var ki kışın ana babaları onları sokağa bırakmadıkları için buluşup oynayamazlarmış. Üstelik pencerelerini kaplayan buz, birbirlerini görmelerini bile engellermiş. Ama onlar pes etmez, bir demir parayı şöminede ısıtıp cama dayarlarmış. Camın üzerinde oluşan küçücük deliğe gözlerini dayayıp birbirlerine bakarlarmış. O kadar saplantılılarmış yani. Ha bir de Gerda’nın durup durup söylediği bir şarkı varmış: ‘Güller açıp solacak / Gök meleklerle dolacak’. Tahmin edebileceğiniz gibi bir gün Kay’ın gözüne o aynanın zerrelerden biri kaçmış ve o sevgi dolu sünepe çocuk yerini soğuk, ukala bir seks manyağına bırakmış. Kısa süre sonra da basıp Karlar Kraliçesi’nin Laponya’daki sarayına gitmiş. Gerda da herhalde kendisiyle evlenecek başka bir salak bulamayacağından korktuğu için onun peşine düşmüş. Yol boyunca ne badireler atlatmış, ne insanlarla karşılaşmış. Hırsızlar, uğursuzlar, konuşan kargalar, lezbiyen büyücüler... Doğrusu bunlardan birinin hikâyesi bana dokundu azıcık. Onu anlatmadan geçemeyeceğim. Gerda oradan oraya sürüklenirken, meyve ağaçları ve her türden çiçeklerle dolu harika bir bahçesi olan evin kapısını çalmış. Ev sahibesi, iyi yürekli, yaşlı bir büyücüymüş. Kadın, hikâyesini dinledikten sonra Gerda’yı evine almış. Ona süper bir oda tahsis etmiş, karnını en güzel yiyeceklerle doyurmuş, saçlarını altın taraklarla taramış vesaire. Meğerim o da ne zamandır bir kızı olsun istermiş. Bu yüzden bağlanıvermiş Gerda’ya. Zaten homini gırtlak olan bir kız olan Gerda, ekmek elden su gölden yaşayıp giderken biraz da kadının büyülerinin etkisiyle nereden gelip nereye gittiğini unutuvermiş. Fakat büyücü kadın Gerda’nın o angut Kay için kendisini terk etmesinden hâlâ çok korkarmış. Gerda bahçede gezerken Kay ile aşklarının sembolü olan gülleri görüp de herşeyi hatırlayıvermesin diye bir gece gidip o güzelim bahçesindeki güllerin hepsini tek tek ezmiş. Ne var ki Gerda Yaşlı büyücünün üzerindeki bir gül işlemesini görmüş ve hafızası yerine gelmiş. Nankör, kadıncağıza yaptıkları için teşekkür bile etmeden ağlaya zırlaya oradan kaçmış. Bu arada Kay, Laponya’da gününü gün etmekteymiş. Karlar Kraliçesi, artık bunda ne bulduysa, bir dediğini iki etmiyormuş. Kay, otuzbir çekmekten artan vaktinin büyük bölümünde buzdan heykeller falan yapıyormuş. Gerda, Karlar Kraliçesinin ‘evde’ olmadığı bir gün pat diye çıkagelmiş. Haliyle, Kay’ın fena tadı kaçmış. Ne ki, kız oralı değilmiş. Kay’a sarılmalar, yavşamalar falan; yalakalığın bini bir para. Kay da bakmış kızın laftan anladığı yok, Allah yarattı dememiş, vermiş buna sopayı. Yer misin, yemez misin gibilerinden. Fakat karıda numara çok. Dehal başlamış, ‘Güller açıp solacak / Gök meleklerle dolacak,’ diye şakımaya. Bu şarkıyı duyan Kay’ın gözlerinden bir damla yaş süzülmüş. İşte o anda gözüne kaçan cam parçacığı da çıkıp gitmiş. O zaman dünyayı yine eskisi gibi görmüş, Gerda’yı ne kadar sevdiğini hatırlayıvermiş falan fıstık. İkisi birlikte, yaşadıkları onca maceradan sonra bile, dirhem olgunlaşmamış çocuklar olarak evlerine, ninelerinin dizlerinin dibine dönmüşler.”

İnsanın kitabın tamamını alıntılayası geliyor ama daha fazlasını okumak için, kitabı edinmenizi şiddetle tavsiye ederim.